Bolşoy sahnesindeki üçüncü Türk
Murat Karahan, Bolşoy Tiyatrosu'nda defalarca sahneye çıkan, en başarılı Türk tenorlardan biri. Son olarak yeni kurulan Limak Filarmoni Orkestrası'nın sanat danışmanlığını üstlenen Karahan'a merak ettiklerimizi sorduk.
RÖPORTAJ TÜRKAN DOĞAN
FOTOĞRAF DENİZ TOPRAK
ESQUIRE: Operayla hiç ilginiz yokken ve günün birinde siyasetçi olmak isterken anneniz bir şekilde kanınızı girmiş ve hayatınızın yönünü çizmiş. Hikâyeyi sizden dinleyebilir miyiz?
MURAT KARAHAN: Annem ve babam, sesleri çok güzel olmasına rağmen müzik kariyeri yapamamışlar. Müzisyen olsalardı gerçekten çok başarılı olurlardı. Annem hep yeteneğimin altın bileziğim olduğunu düşündü. Altı yaşımdan itibaren elime hangi enstrüman verilse çalabiliyordum. Ama hep dayım İsmet Sezgin gibi politikacı olmak istiyordum. Annem hiç aklımda yokken Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nin sınavına girmemi sağladı. Sınava üç gün kala şan dersi alıp sınavı birincilikle kazanmıştım ama ona rağmen o yıllarda hâlâ annemle tartışıyordum. Sürekli olarak "Senin yüzünden girdim bu operaya, operacı olacağım da ne olacak." diyordum.
ESQ: Öyle ki opera eğitimi alırken bir pop albümü de çıkarmışsınız. Bugün bir popçuyla da röportaj yapıyor olabilirdim.
M.K: Müzik yapımcısı Şahin Özer, bir gün aile ortamımızda, "Gel sana bir albüm yapalım." dedi. Okul kaydımı dondurup albüm yapmıştık. İkinci sene okulu tekrar donduramadığım için bir yol ayrımına geldim ve operayı seçtim.
ESQ: "Başka türlü de olabilirdi." diye düşündüğünüz oluyor mu hiç?
M.K: Hayır, hiç olmuyor. Beni tanıyanlar bilir, idealist biriyim. Kendime göre fikirlerim vardır
ve onlardan asla vazgeçmem. Mesela hiç şampiyon olmamış ve böyle bir şansı da olmayan bir takımı, Gençlerbirliği'ni tutuyorum. Pop kariyeri de öyle. Pop müzik yapmaya devam etseydim, belki çok meşhur olacaktım ama 40 yaşında, artık popülerliğini yitirmiş, eski bir popçu da olabilirdim. Ancak opera sanatını akademik olarak yaptığınızda, bu yaşlarda en güzel döneminizi yaşayabiliyorsunuz. Operacının kariyeri, ses oturduğu için 30'lu yaşların ortasında başlar ve 70'e kadar devam eder. Bu yüzden eski bir popçu olmak yerine dünya çapında kariyer yapan bir operacı
olmayı seçtim. Operayı bilmeyenler için bunu da hep şöyle anlatıyorum: Temsil yaptığım operalar, futbolun Real Madrid'i ve Barselona'sı. Temsile birlikte çıktığım kişiler ise Messi
ve Ronaldo.
ESQ: Futbolla aranızın bu kadar iyi olması kafamdaki operacı algısını da yıktı…
M.K: Hiç düşündüğünüz gibi biri olmadım. Tipik bir Anadolu çocuğuyum. Birinci ligi bırakın, oturur ikinci lig maçlarını bile izlerim. Hayatımdaki en önemli şeylerden biri futbol.
ESQ: "Operacı olacağım." dediğiniz anı hatırlıyor musunuz?
M.K: Okul hayatım boyunca operacı olmak istemediğimi düşünüyordum. Okul bittiğinde ise Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin sınavına girdim. 100 kişinin arasından tek bir tenor alındı. O da ben oldum. Ama hâlâ içimde çok büyük bir istek yoktu. Orkestrayla solistlerin ilk kez bir araya geldiği oturma provasında beni henüz kimse tanımıyordu. İki aylık bir çömezdim. Üstelik Gençlerbirliği - Valencia maçında, tribünde penaltıya sevinirken ayağımı kırmıştım. Ayrıca orkestra genelde hiçbir şeyi beğenmez. Kırık ayağımla sahneye çıktım, moralim bozuk bir şekilde aryamı söyledim. Öyle alkışladılar ki, zehir o anda kanıma bulaştı. O gün eve gidip anneme sarıldım ve ağlayarak ona teşekkür ettim.
ESQ: O andan sonra ne yaptınız?
M.K: Artık opera mesleğimdi. Ankara Devlet Opera Balesi'ndeydim. Maaşım vardı. İşimi yapıp hayatımı sürdürebilirdim ama "Mesleğimde en iyisini yapacağım." dedim. İtalya'ya gidip üç yıl boyunca dünyanın en ünlü sopranolarından biri olan Renata Scotto'dan dersler aldım. Ufkum genişledi ve Roma günleri, en büyük dönüm noktam oldu.
ESQ: Siz, Leyla Gencer ve Müreç Sümen'in ardından Bolşoy Tiyatrosu'nda sahneye çıkan üçüncü Türksünüz. Bu açıdan tarihe de geçtiniz. Yurt dışı kariyeriniz nasıl başladı?
M.K: Artık yurt dışına çıkmaya hazır hissettiğim bir dönemde, ilk defa, 2012'de Letonya Ulusal Operası'nda sahneye çıktım. Operanın direktörü beni bir temsilde izleyip Letonya'ya gelip gelemeyeceğimi sormuştu. "Tabii ki isterim." deyince her şey başladı. Ondan sonra kariyerim çok hızlandı. Sonrasında Berlin Operası ile anlaşma imzaladım ve orada da beğenilince Bolşoy Tiyatrosu'nda 'La Traviata', 'La Boheme' ve 2015 yılında da 'Carmen'in promiyerini yaptım. 20'den fazla temsil yaptım Bolşoy'da. Hatta önümüzdeki hafta Bolşoy'da beşinci değişik temsilimi yapacağım.
ESQ: İlk defa Bolşoy sahnesine çıktığınızda ne hissetmiştiniz?
M.K: Bolşoy, büyük demek. O kadar büyük ki sahneye ilk çıktığımda "Buradan ses gider mi acaba?" dedim. 70-80 kişilik bir orkestra ve 50-60 kişilik bir koro... Salon ise 2.500 kişilik... Çıplak sesle, başka bir dilde, 300 sayfa eseri ezbere söylüyorsun. Rejisör sana reji vermiş; yeri geldiğinde hoplayıp zıplayıp kılıç kuşanıyorsun. Tabii ki zor bir iş… O an, "Nasıl olur?" diyorsunuz. Ama işinizi iyi yapınca oluyor.
ESQ: Yeni kurulan Limak Filarmoni Orkestrası'nın sanat yönetmenliğini üstlendiniz. Limak Grubu ile yollarınız nasıl kesişti?
M.K: Özdemir Ailesi, yakın dostlarım. Ebru Özdemir bana "Murat seninle bir konser yapalım." dedi. "Yapalım ama kendi orkestramızı kuralım." deyince her şey başladı. Hem aramızda bir güven ilişkisi var hem de bu mesleği dünyada en yüksek şekilde icra ediyorum. Ebru'ya artılarını ve eksilerini sundum. Mesele maddi bir beklenti olmamalı. Karşılıksız olarak sadece vereceksin. 80 milyonluk ülkenin kültürüne ve sanatına katkıda bulunuyorsun. Bundan daha büyük bir manevi haz olabilir
mi?
ESQ: Çıkış konserinin Zeki Müren şarkılarıyla olması nedeniyle popüler olarak algılanabileceğinizden çekindiniz mi? Daha 'ağır' bir başlangıç yapmayı düşündünüz mü?
M.K: Hiç çekinmedik. Eleştirebilirler. Eleştirsinler de. Üç tenorlu; Pavarotti, Domingo ve Carreras'lı Napoliten şarkıları düşünün... 'O sole mio' mesela… Bu şarkı, Napoli'de, mandolinle kayığın başında çalınan bir şarkı... Adam onu kompleks yapmadan bütün dünyaya ezberletmiş mi? Ben de şarkılarımı, türkülerimi ezberleteceğim. Dünyadaki hiçbir kültürdeki melodik yapı, bizimki kadar zengin değil. Ve bunu dünyaya sunmak, paylaşmak istiyoruz.
ESQ: Mesleki olarak hayatınızda her şey yolunda. Peki dünyanın dört bir tarafında temsillere çıkarken kendinize yeterince vakit ayırabiliyor musunuz?
M.K: Pek ayıramıyorum. Mesela en büyük hedefim baba olmak. Bana diyorlar ki "Murat dünyayı görüyorsun, en güzel şehirlerde yaşıyorsun." Hâlbuki oralarda gezip tozmuyorum. Opera ve otel arasında gidip geliyorum. Hangi kentte hangi gece kulübü vardır, bilmem. Çok zor bir meslek bu. Sesine iyi bakmak zorundasın. İki tane vokalle koskoca operayı götürüyorsun. O yüzden içki, sigara ya da gece hayatım yok.
ESQ: "Biraz yavaşlayayım." dediğiniz anlar oluyor mu?
M.K: Yavaşlanacak zaman değil. Yavaşlarsam gerilerim. Ama o gün de gelecek. Bir gün, diğer hayallerimi gerçekleştirmeyi mesela ülkemin kültür bakanı olmak çok isterim.