Bir Fotomuhabirin Portresi
Coşkun Aral, savaşların ona özellikle bir şeyi öğrettiğini anlatıyor: Asla dememeyi.
Yazı Özge Dinç
Portre Fotoğrafı Serkan Eldeleklioğlu
Coşkun Aral'la bir kahvecide buluşuyoruz, bugün ona fotomuhabirlik hakkında sorular yönelteceğim. Ancak ne yaparsam yapayım, sorularım sığ kalacak; çünkü bunca yıl nelere şahit olduğunu ancak anlattığı kadarıyla bilebilirim. Coşkun Aral'ın sözleri de düşüncemi doğruluyor: "Bir gün birileri görsellik depoma çip takıp neleri gördüğüme bakarsa iyi bir arşiv çıkacağını düşünüyorum; çok ciddi şeylere tanık oldum."
45 yıldır sürdürdüğü mesleğinde Kanlı 1 Mayıs, Ruanda Soykırımı yanında; Lübnan, İran, Irak, Afganistan, Kuzey İrlanda, Çad ve Uzakdoğu'daki savaşlara tanık oldu. Çektiği fotoğraflar dünyanın en saygın yayınlarına kapak oldu. "Haberci" programını yıllarca sürdürdü, belgeseller çekti, belgesel kanalı İZ TV'yi kurdu. Birçok sergi açtı, kitap yazdı. Yani 45 yıldır onu olgunlaştıran ve insanlık hakkında en doğru bilgiyi veren deneyimlerini paylaşmakta hayli cömert davrandı.
"Ben Siirt'te doğdum," diye anlatıyor Coşkun Aral. "İlkokul 1'de İstanbul'a gönderildim; kayıt olmak için verem olmadığıma dair bir belge almam gerekiyordu ama Siirt'te doktor yoktu. Diyarbakır'da vardı, ama aralarındaki 200 km'yi asker durdurduğu için 4-5 saatte alabiliyorduk. Askerlerle böyle tanıştım; mahrumiyet bölgesi olduğu için askerler oraya gönderilmekle cezalandırıldığını düşünürdü. Bunları sorgulayarak hayata başlıyorsun, anlatmak istiyorsun; bunun için de muhabirlik en doğru meslek."
O yıllarda İstanbul Oruç Gazi İlkokulu'nda yaşadıkları onu değiştirmiş: "Burada öteki olmak 8 yaşındaki psikolojimle beni sarstı. Kaydım yok, her gün okula gidiyorum ama öğretmen adımı bile bilmiyor. Sonra Siirt'e döndüm. O ötekileşmeyi hayatım boyunca sorguladım."
"Kaşgar sokaklarında çok rastlanan bir görüntü; sokak berberlerine tıraş olanlar."
Ama yine de meslek seçerken, ilkgençliğinde Mücadele gazetesinde, 17 yaşında Gün gazetesinde fotomuhabir olarak çalışmaya başlarken bir kılavuzu olmuş; sonradan asistanı da olacağı, Ara Güler. Coşkun Aral, bir gazetede Ara Güler'in Siirt röportajını görmüş ve çok etkilenmiş. Bunda fotoğrafı bir ifade biçimi olarak görmesinin de etkisi varmış: "6-7 yaşında kuzenimin fotoğraf makinesini alıp birileriyle paylaşmak istediğim ilginç yerlerin fotoğrafını çekerdim. Benim için fotoğraf, birine bir yeri anlatırken inanmazsa 'Al, bak!' diye bir kanıt göstermekti o yıllarda. Birisi diayı yıkayacak, basacak diye düşünmüş değildim."
Hayranı olduğu Ara Güler'in, arkadaşının çalıştığı haber ajansına her hafta gittiğini öğrenince tanışmaya gitmiş, heyecandan çayı dökmüş. Başka bir gün de Ara Güler'i İstiklâl Caddesi'nde troleybüse binerken görmüş, ama yanına gidememiş. Kanlı 1 Mayıs'ta çektiği fotoğraflarla Associated Press'in ve onun da dikkatini çekmiş; 1978'den 80'e dek onu ara ara görse de aralarındaki mesafe ancak 1980'de kapanabilmiş: "1980'de bindiğim uçağın kaçırılmasını haber yapıp saygın Life'a kapak olunca Ara aradı: 'Evladım, sen de benim gibi Life'a çalışıyorsun, İstanbul'a geldiğinde bana uğra,' dedi." Ondan sonra da asistanlık teklifi gelmiş, hatta 1986 yılında birlikte bir sergi bile açmışlar.
Coşkun Aral, mesleğiyle ilgili ustalarını anarken Çetin Emeç, en çok da Sipa Press'te gazetecilik mesleğine katkılarıyla bir ekol olan Gökşin Sipahioğlu'nu anıyor. "Benim savaş muhabiri olarak Türkiye'de tanınmamın nedenlerinden biri, hikâye anlatmamdır. Bunu da Çetin Emeç'e ve Sipahioğlu'na borçluyum. Fotomuhabir, sadece fotoğrafı çekip getirmekle yükümlü kişi gibi tanımlandı yıllarca, ama Gökşin Sipahioğlu araştırmayı, sorgulamayı ve ifade etmeyi öğretti."
Kaşgar, Üç Küçük Adam 50x70 cm, dia baskı, 1997
Coşkun Aral'a savaşlara ilgisinin nedenini soruyorum; dünyada yüzlere, binlerce fotomuhabir savaşlarda hayatını kaybetmişken onu oraya gitmeye çağıran şey neydi? "Anlatmak," diyor. "Gençlik dönemimde sağ kalma dürtüsü de vardı; belki korkmak için gidiyordum, korkunca daha çok heyecanlanıyordum. Gençlikte cinsel dürtülerimin bile beni oraya götürdüğüne inanıyorum. Çünkü çoğu şeyi içgüdülerimizle yapıyoruz," diyor.
"Ben diz protezlerimi takmayı düşünüyorum artık, doktora gittim; bana 'Bu ayaktan ne geçmiş?' dedi, 'Top arabası,' dedim. Bunları giderken biliyorsun tabii; ama sonuçta o risk burada da var."
Coşkun Aral, savaşlarının nedeninin korkularımız olduğunu söylüyor. İnsanlar ise savaşlarda hormonlarından ötürü yer alıyor ona göre. "Korku da öldürtür. Savaşlarda çok görüyorum ben; adam birini öldürüyor, mutluluğu yüzünden okuyorum. Ne zaman ki videoyla bunun belgelendiğini fark ediyor, o zaman düşünmeye başlıyor."
Hayvanları iyi gözlemleyerek insanı da anlayabileceğimizi söylüyor; tek farkla: Hayvanlarda hırs yok.
Doğa öyle ilginç ki, masum gibi görünen şeker bile iki maddeyle birleştiğinde bomba olabiliyor. "Deodorant gibi masum bir şeyi neden uçağa almıyorlar, işte bu yüzden," diye hatırlatıyor.
Savaşlarda nasıl beslendiğini soruyorum bu kez, "Kıtlık bölgeleri dışında beslenme çok rahat," diye cevaplıyor. "İran Devrimi'nden sonra İran-Irak Savaşı çıktı; akşamları elektrik yasağı olduğu için arabanın farlarını kapatıp el feneriyle gittik Tebriz'e. Orada hayatımın en güzel havyarını yedim."
Ama açlıkla sınandığı da olmuş. "Afganistan'da girilmesi çok zor bir bölgeye, aşağı yukarı üç ay süren bir yürüyüşle gittim. Daha rahat yürüyelim diye kış aylarında gittik, Rus denetiminde bir bölgeydi. Orada açlığı tanıdım. Üç ay belki günde bir avuç pirinç ya da üzüm dışında hiçbir şey yemedim. Hakikaten metabolizmamın değiştiğini, dişlerimin sallandığını, rüyalarımın temelinde bile yemekten başka bir şey düşünmediğimi hatırlıyorum. Kar içinde yürürken içgüdülerimi fark ettim: Elimi kara sokup filizleri koparıp yedim. Çocukluğumda Siirt'teki evimizde kireç yermişim, o anda birden aklıma bu geldi. Kireç yersin, ama Siverek'teki zararlı asbesti ne çocuklar yer, ne hayvanlar. Bu da içgüdü işte."
Coşkun Aral, bunca savaştan sonra her şeyin insan için ve doğal olduğunu düşünüyor. Tanıştığı ve kendi dışkısını yiyen iki doktor ya da görmek için gittiği yamyamlar onu şaşırtmıyor. Çünkü her insanın gerçekten aç kaldığında bunu yapabileceğini düşünüyor.
Coşkun Aral 1999'da yamyamlarla görüşmeye gitmişti; bu, en az savaşlar kadar zorlu bir işti. Çünkü o zamana dek bu bölgede, Rockefeller'ın torunu dahil pek çok insan kaybolmuştu. "Yanımda domuz götürmesem belki beni yiyeceklerdi," diye anlatıyor. "O bölgede hayvansal protein yok, nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Kızımı da götürdüm oraya, merak ediyordu; babası yamyam olan, kendisi Hıristiyan olduğu için buna devam etmeyen biriyle tanıştık. Ama yamyamlık sadece o bölgelere has değil; dünyada kitlesel yamyamlığın olduğu dönem, İkinci Dünya Savaşı. Stalingrad'da yamyamlık diye Google'a gir bak," diyor.
"1991, Kuzey Irak'tan kaçmayı başarmış mülteciler, soğuk, hastalık ve açlıkla savaşıyor."
Lübnan İç Savaşı'ndaki videosunu –bir yandan fotoğraf çekerken bir yandan yaralı kadına yardım etmesini– YouTube kanalında paylaşmıştı. Videoyu sorduğumda "Ben sütunun arkasına saklanmıştım, oradan çıkıp nasıl fotoğraf çektiğimi hiç hatırlamıyorum," diyor.
O videodan yola çıkıp ölmek üzere olan çocuğun başında bekleyen akbaba fotoğrafını konuşuyoruz, fotoğrafı çekmek mi, çocuğu kurtarmak mı; o hangisini yapardı? "Bu, çok gündeme gelen bir konu," diye cevaplıyor. "Biz Rambo değiliz; insan o korku anlarında ne yapacağını bilemez. Amerikan filmlerinde bir sürü sınavdan geçirilip kişiliği sıfırlanan askerleri görmüşsünüzdür. Ben İsrail'de öyle birinin bile dayanamadığını görmüştüm. Sizin dayanıklılık limitinize bağlı."
Ona göre en etkileyici yayınlar, Time, Newsweek ve artık yayın hayatına devam etmeyen Life. Kendisinin de bu yayınlardan sonra tanındığını anlatıyor. "Bu dergilerde fotoğrafların yayımlandığında Nobel, Oscar almış gibi hissedersin. Ben bu büyük dergilerde de, Jakarta Times gibi yerel yayınlarda da çıktım."
İlk yayının heyecanını soruyorum, "Çok mutluluk vericiydi," diyor. "Uçağa bindiğinde senin yazını okuyan insanlar görüyorsun. Havaalanında gümrük muhafaza memuru Time'a kapak olduğunu öğrenince seni dinlemek istiyor. Çünkü onlar için Time çok önemli."
Savaşlar ortadan kalkmaz. "Dünya aseksüelliğe gidiyor, belki bu, savaşları bitirir," diye ekliyor Coşkun Aral. Ama bu yayınlarda yayımlanan fotoğraflar sayesinde sonlanan bir savaş varmış tarihte: Hem de çok yakından bildiğimiz bir savaş: Vietnam Savaşı. "Çırılçıplak koşan çocukların fotoğrafları yayımlandıktan sonra Amerikalılar, demek ki biz orada terörist değil, halkı öldürüyormuşuz dediler ve en büyük silahları olan vergi ödemeyi reddederek tepki verenler oldu. Bu, büyük yankı uyandırdı."
Onun Filistin'de siyah bir zeminde elinde bebeğiyle koşan Lübnanlı kadın fotoğrafının yayımlanmasının ardından o sırada bulunduğu Lübnan'a Ürdün üzerinden mektuplar yağmış. "Amerikalılar çok sever yazmayı; bana bir sürü mektup yazmışlardı. 'Biz sizin sayenizde gerçeği öğrendik, İsrail, halkı da öldürüyormuş, İsrail'i destekleyen politikalara karşı duracağız.' diyorlardı. Bu mektupların hepsini saklıyorum." Aylan Bebek'in fotoğrafının yankı uyandırmasını hatırlatıyor sonra da.
Meslekte 45 yılın ona ne öğrettiğini soruyorum; "Şu an hayal kurmayı bile kendime uygun görmüyorum," diye cevaplıyor. "Çünkü hayaller gerçekleştiğinde de, gerçekleşmediğinde de kendimi garip hissediyorum. Sevinmek bile istemiyorum bazen; ardından gelecek şey beni korkutuyor. Yükseldiğin minare kadar kuyunun da önünde beklediğini bilmen lazım. Hayatta yükselmeleri çok yaşadım, sevinci dorukta yaşadığım oldu; ama öfkenin ve nefretin önümde beni tuzak olarak beklediğini biliyordum. Gelişmiş diye nitelediğimiz ülkelerde bu durum daha dengeli; kimseyi bir anda zengin yapmıyor, yükseltmiyor, düşürmüyorlar." diyor.
En etkileyici savaş eseri İlyada mı acaba diye sorduğumda Orta Doğu'yu anlamak için okunacak kitabın 2.500 yıl önce yazılmış Anabasis Destanı olduğunu söylüyor; bu kitap, Büyük İskender'in, Fatih Sultan Mehmet'in ve Atatürk'ün el kitabıymış: "Şu anda bizim Irak'ta, Suriye'de savaşın yaşandığı yerleri coğrafi işaretlerle veriyor; bu kitap, büyük komutanlar için yol gösterici olmuş," diye anlatıyor.
Bir Mezopotamya çocuğu olarak bu coğrafyayı çok seviyor; hayatının ilk flaşı bu zorlu coğrafyada ve çocukluğunda patlamış çünkü. "Hayatımdaki ilk flaş, bir yanda beşik, bir yanda tabut; kurban kesimi için yaptığımız yolculukta annemin attan düşmesiydi. Ben iki kaybedilen çocuktan sonra doğduğum için annem bana adak adamış. 23 yıl sonra Afganistan'da önümdeki katır uçurumdan aşağı düştüğünde yığılıp kalmışım, o yığılma sırasında bunu hatırladım."
W. Eugene Smith, Robert Capa en sevdiği fotoğrafçılar. Bu konuda mütevazı davranıyor: "Ben iyi bir fotoğrafçı olmadığımı büyük fotoğrafçıları gördükten sonra anladım. İyi bir eğitim alsam belki olurdu. Fotoğraf, bir meleke, bir göz, ben formasyonla oldum, ama Ara ve benzeri büyük fotoğrafçılar doğuştan oluyor."
Coşkun Aral'ın gittiği savaşlar arasında Ruanda Soykırımı beni en çok etkileyeni; baktığım fotoğraflardan sonra epey süre kendime gelememiştim. Bu kadar şeyi gördükten sonra nasıl atlattığını, hâlâ aklına gelip gelmediğini soruyorum Coşkun Aral'a. "Psikologlar, bütün gün telkinle kâbus gördürtüp inceler ya, ben savaşlarda insanın alabileceği boyutu, limiti gördüm," diye cevaplıyor sorumu. "Düşmanının organını yaşarken çıkarıp yemeyi Liberya'da gördüm mesela; gözünü çıkaran, kafa kesen, ölüye tecavüz edeni, çocuğunu kaynar suda haşlayan anneyi bile gördüm. Daha ötesi yok. Ama iyi ve kötü diye bir şey olmadığını, bunu herkesin yapabileceğini de biliyorum. -273'te atom donuyor, belki benim kaynama derecem 128, seninki daha az ya da daha fazla. Dayanıklılık oranımızı atalarımızın yaşadıkları, yedikleri, hatta ruh halimiz bile etkiler. Ben asla yapmam dememek lazım. Bir keresinde babam ağlıyorum diye beni camdan atıyormuş az daha, bizim gibi insanların bunu anlatması lazım. Limiti zorlandığında herkes yapabilir. Asla lafını söylememek, bana en büyük öğretidir."
50 yıla yakındır gördüğü savaşlarla 20. yüzyılın en korkunç anlarını görsel arşivine kaydetti, Coşkun Aral. "İnsanlık tarihinin 2000'e kadarki son yüzyılında insanlık travmalarının büyük bir bölümünü gördüm ve yaşadım; bunlar az buz şeyler değil," diyor. "Muhakeme edebilecek durumda olduğum için söylemeliyim ki, belki insanın sınırı olan -273'ü görmedim, ama -70'i görmüşümdür ve bunun sınırının kişiden kişiye değişebileceğini biliyorum. Ara Güler'le de hep bunu konuşurduk: Hiçbir şey doğru değil, her şey izafi."