Okan Bayülgen, Esquire İçin Yazdı: Eskiden Cinayetler Daha Güzeldi

“Tanrım, suskunluğumu bozduğum için beni affet…”- Okan Bayülgen

Giriş Tarihi: 18.12.2023 09:51 Güncelleme Tarihi: 22.12.2023 10:18

Bu öykü, Esquire Türkiye, Mayıs 1995 sayısında yayımlanmıştır. Kapak çekimi sırasında Okan Bayülgen hatırlattı, arşivden bulup çıkardık. Diğer öyküleri sonraki sayılarda.

"FAKAT SEVGİLİM!" dedim. "Bu yazı için bana dünyanın parasını ödüyorlar, gitmem gerek." Arabaya binip gazeteye doğru yollandım. En iyisi zorda kalındığında anlatılacak birkaç iyi öyküye sahip olmaktır. Kimilerinin belaya sürekli davetiye çıkaran bir hayat çizgileri vardır. Uğradıkları felaketlerin boyutlarına göre sakar, aptal ya da kahraman olarak tanımlanırlar…

TEM yoluna çıkacakken ani bir hareketle geri döndüm. Bu gece ben mi öyküyü arıyorum yoksa o mu çağırıyor beni?

Murat yazıyordu, Zen'in bir konserinde gitar çalarken kasığında bir şey hissetmiş. Kaşınıyormuş orası. Çıban gibi bir şey geliyormuş eline. O da elini pantolon cebinin deliğinden sokup habire kaşıyormuş. Konserden sonra eve döndüğünde pantolonunu indirip bakmış. Garip bir şey, sanki hareket ediyor. Arkadaşını uyandırmış, büyüteçle bakmışlar. Kasığına saplanmış altı bacaklı bir hayvan görmüşler. Murat bir cımbızla hayvanı çekmek istemiş. Bacakları ayrılmış sadece, kafası içerde kalmış. Bir süre böyle dolaştıktan sonra yakarak çıkarmış hayvanı. Sonra bir arkadaşı bir kitapta okuyup ona anlatmış: Bu ağaçlardan insana atlayan bir vücut kenesidir diye. Sakın cımbızla çekmeye çalışmayın kafası içeride kalır, çıkaramazsınız. En iyi yakmaktır. O günlerin underground dergisi Mondo Trasho'ya yazmıştı bu öyküyü. Dehşet içinde okumuştum.

Maçka'dan Nişantaşı'na çıkarken ağaçların altından geçiyorum. Çöp kâğıttan küçük bir dağ haline getirdiği arabasını çeken bir adam yürüyor hemen önümde. Ağaçtan atlayan vücut kenesini düşünürken epey yavaşlamış olmalıyım, kâğıttan adamı sollayıp Taksim'e doğru seğirtiyorum.

Ben bir öykünün peşindeyim öyle değil mi? Sabaha çok az kaldı.

Tramvay bu saatte çalışmadığına göre arabamla giriyorum Beyoğlu'na. Çok yavaş gidiyorum.

Yol ortasına bırakılmış çöplerin arasından, ilk gençlik sinemalarımdan birinin önünden geçiyorum. Çocukluğumun oyun bahçesi birkaç yüz metre ileride, Galatasaray Lisesi'nin koyu yeşil korkulukları ardında gizli.

Sinemanın karanlık girişinde bir gölge beliriyor birden. Arabamı durdurup bakıyorum. Kedi gözleriyle süzüyor beni gölge. Ya bir "déja vu" bu ya da çocukluk korkularımdan biri sonunda yakaladı beni. Arabaya yaklaşırken çok zayıf, yağlı saçlı, esmer bir adama dönüşüyor, eğilip "Seanslar devamlıdır, buyur ağabey!" diyor.

Arabayı sinemanın önüne çekip onu gişeye kadar takip ettim. Camın arkasına geçti, kullanılmış bir bileti uzatırken "Ver işte bir şey!" dedi. Parayı ödedim. Cep fenerini çıkarıp gözlerime tuttu.

"Lütfen beni takip edin."

Yağ ve küf kokan sıcağın içine doğru ilerledim, oturdum. Gözlerim karanlığa alışırken on dört yaşımın bu günah mabedinin hiç değişmemiş olduğunu fark ettim. Benden çok daha eski bir zamanın izlerini taşıyan salon iyiden iyiye köhneleştiği yetmişli yılların ortasında donup kalmıştı sanki. Tavan o günkü gibiydi. Koltuklar hiç değişmemişti. Yağ ve kirden ışık vermeyen duvar aydınlatmalarının ampulleri bile hiç yenilenmemişti. Duvarlarındaki eski hoparlörden yayılan zevk haykırışları on dört yaşındaki bir çocuğun bütün öğretilmiş değerlerini altüst ederken şehvet makinası da Tanrı'nın gazabına uğruyordu. O gün burada zaman durmuştu.

Niçin dönüp tekrar geldim buraya?

Gözlerim iyice alıştığında ön sıralarda oturan birkaç kişiyi seçebildim. Hiç kımıldamadan perdeye bakıyorlardı.

Aynı film oynuyordu yine. İsmini hatırlayamıyorum ama bu Arzu Okay'ın sürekli paltoyla dolaştığı film. Çok sıkıcıdır ama yarım saatte bir parça girer. Parçada Arzu, mekânı belli olmayan bir yatakta bu filmde oynamayan bir adamla sevişir. Sekiz-on dakika sonra parça biter, Arzu'nun paltolu filmine döneriz tekrar.

Parça daha başlamamış demek ama birazdan başlar.

Galiba dalmışım, bizim yer göstericinin ya da gişecinin nefesiyle irkildim. Kulağıma bir şey söylemeye çalışıyordu:

"Arzu'yu göndereyim mi ağabey?"

"Anlamadım…"

"Arzu… Biliyorsun ya ağabey."

"Gönder!" dedim. "Gönder tabii…"

"Bi'beş yüzünü keserim. Sonra götürmek istersen bi'buçuk da ona alırım. Ama sen geri getireceksin, kendi dönemez yazık!"

"Niye, o kadar yaşlandı mı?" dedim.

Sırıtarak, "Ne yaşlanması…" dedi, "Aynı işte filmindeki gibi, hatta daha da genç."

İki milyonu uzatıp "Gönder!" dedim. Parça devam ediyordu. Gelip yanıma oturdu. Gerçekten de benziyordu ona. Gerçeküstü bir oyunun parçasıydı. Kahramanın perdedeydi; onun bir daha hiçbir zaman ulaşamayacağı gençliği ise senin yanı başında. Sana dokunuyordu.

Seninle konuşuyordu:

"Ne güzel yapıyorum değil mi?

"Evet…"

Ama tam bu esnada parça sona eriyor, asıl dramaya dönülüyordu. Arzu'nun gençliği, satıldığı erkeğe zevk verebilmek için perdede gördüğü her şeyi yorumlamayı sürdürüyordu. Asıl filmde Arzu Okay'ın öldürüldüğü sahneye gelindiğinde "Bak, eskiden cinayetler daha güzeldi," diyordu.

Kolundaki yarayı fark ettim. Bir anda fırladım yerimden. Sinemadan çıkıp arabama bindim, hızla uzaklaştım.

Gazeteye doğru gidiyordum. Kafam allak bullaktı. Ben gerçek bir öykü arıyordum. Her gün yaşadığımız gibi, olduğu gibi anlatılabilecek bir öykü. Üzerinde kurşunkalem izleri olmayan, sonuçta parçaların birleşmediği…

Kızın kolunda hareket eden bir yara izi vardı.

Gazeteye geldim. Yazıyı yazamadan sızıp kalmışım. Beni uyandırdıklarında neredeyse öğlen olmuştu. Olanların bir kısmını yazmaya karar verdim.

Ben sıradan bir öykü arıyordum. Bu şehirde sıradan olan aslında inanılmazdır.

BİZE ULAŞIN