2024’ün En İyi 10 Filmi

Nickel Boys'dan Anora'ya, bu yılın en iyi 10 filmini derledik.

Giriş Tarihi: 30.12.2024 19:55 Güncelleme Tarihi: 03.01.2025 09:01

Yazı Max Cea

Çeviri Ece Büyükçolpan

Fotoğraf Getty Images / Sean Baker, 77. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'si ile poz verirken "Anora"

(Eser miktarda spoiler içerir.)

Francis Ford Coppola'nın 40 yıl boyunca düşlediği ve nihayet geçtiğimiz sonbaharda vizyona giren epik filmi Megalopolis'i izlediğimde, itiraf etmeliyim ki, filmi izleme isteğim büyük ölçüde kaybolmuştu. Megalopolis, bu yıl (aslına bakarsanız yıllardır) en çok beklediğim filmdi, ama ne diyeyim, filmin ilk yankıları, nasıl desem…kötüydü. Kötü derken, kutuplaştırıcı bir tonda değil elbette ki; bazı eleştirmenler filmi tutkulu bir şekilde savunsa da, karmaşık ve bir o kadar da uzun ve zahmetli bir karmaşadan söz ediyorum.

Filmi izlerken ne yazık ki hem yalnız hem de ayıktım. Megalopolis, değişkenlik gösteren durumlarıyla doğru arkadaşlarla daha da keyif alarak izlenebilecek türden bir melodram püskürtmesi: Dağınık, çılgın ve kendi kafasında çok fazla takılan bir film. 120 milyon dolarlık bütçesine rağmen belirgin biçimde kötü ADR'si (ses prodüksiyonu), yapmacık sinematografisi ve düz ile alışılmışın dışında seyreden bir yelpazede oyunculuk performansı mevcut. Çılgınlık denebilecek risk alımını takdir eden birisi olarak, filmi gerçekten beğenmek istedim. Ama ne yazık ki, filmin çoğu kısmında, Adam Driver'ın canlandırdığı vizyoner mimar Cesar Catilina gibi zamanın yavaşlamasını istemekten ziyade, hızlanmasını arzuladım. Yine de tüm o başıboş eğlence, Shakespeare referansları ve meme'leştirilmeye uygun replikleri arasında, gerçekten ilham verici patlamaları ve içinden bilgelik akan incileri var. Aklımda yer eden sahnelerden biri, Cesar'ın Yeni Roma'nın belediye başkanı Franklyn Cicero'ya (Giancarlo Esposito) yalvarışı oldu: "Şimdinin, sonsuzluğu yok etmesine izin verme."

Coppola o sahnede bariz bir şekilde medeni bir seviyede konuşuyor. Ama Hollywood da Cesar'ın tavsiyesini dikkate alırsa iyi eder. 2024'te büyük stüdyolar ve yayıncılar birçok büyük hit yapımlar elde ettiler ama genelde, yetişkinleri tatmin edecek düzeyde eğlence ürünü üretmeyi, hele ki cesur ve evrensel olacak bir sanat yaratmayı, ihmal ettiler. Elbette ki istisnalar vardı. Challengers'ı, tenis terimiyle söylemek gerekirse, bir as olarak gördüm; M. Night Shyamalan'ın son absürt hikâyesinde Trap'i keşfederken büyük bir keyif aldım; ama bana kalırsa, franchise yapımları Dune: Part Two veya Furiosa kadar iyi olamaz. Bir yandan da süper kahraman yığını bu yıl nihayet azalsa da yerini başka yığınlara bıraktı.

2024'te en çok keyif aldığım tat, klasik yapımların devam filmleri oldu. Beetlejuice (1988), Twister (1996) ve Gladiator (2000) gibi geniş kitlelerce sevilen eski hit yapımlar, her biri kendi çapında ilham verici olmayan devam filmlerini bizlerle buluşturdu. Bu filmler, hikâyelerini ve karakter dinamiklerini utanmadan yeniden kurgulayarak büyük ölçüde orijinallerinin büyüsünü yeniden yaratmaya çalıştı. Hepsi de gişede bir hayli hasılat elde etti. Ama şunu düşünün: Ya bu filmler bu kadar sıkıcı ve ruhsuz olmasalardı? Belki o zaman daha fazla para kazanabilirlerdi? Stüdyoların aşırı temkinli tavrı ve yaratıcılığa olan alerjisi, mevcut kârlar için iyi olabilir (gerçi gişe gelirleri geçen yıla kıyasla düşmüş durumda) ama bir noktada bu, gelecekteki sinemaseverleri uzaklaştırmaz mı? Değil mi ama? Yani...

Öte yandan, bağımsız sinema hala umut ışığı yakmaya devam ediyor. Bu yıl, Metrograph Pictures gibi yeni bağımsız sinema dağıtımcıların ortaya çıktığını gördük; MUBI gibi diğerlerinin de risk aldıklarına şahit olduk; ve A24 ile Neon, Civil War ve Longlegs gibi filmlerle şimdiye kadarki en büyük başarılarını elde etti. Ayrıca, geçmişteki herhangi bir döneme kıyasla, şu sıralar piyasada iş gören daha fazla yetenekli sinemacının olduğunu düşünüyorum. Hadi diyelim ki çağdaş yeteneklerin bu denli üstünlüğü hala net değilse bile, bu yıl bunun kesinlikle farkına varılmış olmalı. Grevler ve 2023'te film vizyona sunan olağanüstü sayıda ünlü yönetmenin de etkisiyle, 2024'ün sinemaseverler için hayal kırıklığı yaratacak bir yıl olacağı tahmin ediliyordu. Ancak bu yıl çok sayıda olağanüstü film vardı ve gördüğüm en iyi şeyler, geçen yılınki kadar (hatta birçok bakımdan daha da iyi) iyiydi. Tüm klişe fiiller geçerliydi: Duygulandım, ilham aldım, kışkırtıldım ve hayal kırıklığına uğradım. Bir başka deyişle, Kont Orlok'un dişleriyle kanımın vücudumdan çekildiğini bile vicdanen hissettim.

Bütün bir yılın listesini derlemek gerçekten oldukça keyifli. Ama doğruyu söylemek gerekirse, her şeyi sıralamayı sevmiyorum. Janet Planet'ın ince güzelliğini, Anora'nın kasvetli kaosu ile nasıl kıyaslayabilirim ki? En çok keyif aldığım şeyleri, en yenilikçi olanlarla nasıl tartabilirim? Sonuçta, bunu çok fazla düşünüyorum, sonra da pişman oluyorum. En çok da kaçırdıklarım için. Ve bir not düşeyim: Geçen yılki listede olduğu gibi, bu yıl sadece küçük bir Oscar nitelikli kıyı gezintisi yapan ama aslında gelecek yıl vizyona girecek filmleri dahil etmedim. Yani, Hard Truths'u önümüzdeki yıl listede göreceksiniz.

1. La Chimera

Bir filmi izledikten sonra kendimi tam anlamıyla büyülenmiş ve minnettar hissetmek pek sık yaşadığım bir şey değil. Ama sana teşekkür ederim, Alice Rohrwacher, çünkü La Chimera böyle bir deneyimdi. Film, İtalyan mezar soyguncularından oluşan bir çetenin Britanya lideri Arthur'u (muhteşem Josh O'Connor tarafından canlandırılıyor) odağına alıyor. Cezaevinden yeni çıkmış ve eski sevgilisini kaybetmenin yasını tutan Arthur, eski zaafına (ki bunu gerçekten bir zaaf olarak nitelendirebilir miyiz?) geri döner. Arthur için mesele aslında bir arayış değil; daha çok bir arkadaşlık ve geçici bir kaçış aracı, artık var olmayan bir şeyin arayışında olmasının bir parçasıdır. Yas, özlem ve mizah ekseninde, Rohrwacher'ın masallardan, tarihten ve önceki İtalyan ustalarından geniş bir yelpazeden beslenerek oluşturduğu filmde akıp gidiyor. Yine de kendine ait çok belirgin olacak bir şey yaratıyor.

2. Nickel Boys

Colson Whitehead'in 2019 Pulitzer ödüllü romanının Ramell Ross tarafından sinemaya uyarlanan bağımsız uyarlaması, son zamanlarda deneyimlediğim en vizyoner ve etkileyici işlerden birisi. Film, romanın temelini koruyor: Jim Crow dönemi Güney'inde yaşayan, Elwood adında (Ethan Cole Sharp), sonradan suçlu olduğu bir adamla yolculuk ettikten sonra Nickel Akademisi'ne gönderilen zeki siyahi bir gençtir. Orada tarifsiz bir istismar, önyargı ve adaletsizlikle karşılaşır. Ancak Ross, sinemanın tüm araçlarını tam anlamıyla benimseyerek, öznelliği cesur ve güçlü bir anlatımla aktarıyor. Sürükleyici ve gözlemci yaklaşımı, izleyiciyi yalnızca Elwood'un perspektifine değil, aynı zamanda arkadaşı Turner'ın (Brandon Wilson) ve daha sonra onların yaşlılık hallerinin bakış açılarına da doğrudan yerleştirir. Gerçek ve olan bitenin ne olduğu net olmasa da trajik his tarifsiz bir şekilde baskın. Ross, bu duyguyu yakalayarak gerçekliğe olabildiğince yaklaşıyor.

3. Last Summer

Geçtiğimiz birkaç yılda aralarında büyük yaş farkı olan aşıkları konu alan film sıkıntısı yaşanmadı. Yine de türün en yeni eseri Catherine Breillat'nın Last Summer'ı en şok edici olmayı başarıyor. Film sadece güçlü, orta yaşlı bir avukatı 17 yaşındaki bir çocukla eşleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu 17 yaşındaki çocuğun onun üvey oğlu olduğunu da anlatıyor. Breillat'nın bu büyük karşılıklı hazzı tasvir etmekten asla çekinmediği romantik tabu inkar edilemez derecede ateşli. Film boyunca, sapkınlık olduğu kadar gerçeklik ve güven ilişkisi de mevcut: Genç olmanın tüm ihlalleri ortadan kaldırmadığı gerçeği ve izleyicilerin neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmesine ve tüm karanlığın içinde ilerlemekten keyif almasına duyulan güven.

4. The Brutalist

Bu yıl beni The Brutalist kadar etkileyen başka bir film olmadı, özellikle de onu New York Film Festivali'nde izlediğimde. Yönetmen Brady Corbett'in en belirgin yeteneği belki de harekettir. Son filminde, Macar asıllı mimar László Tóth'un (Adrien Brody'nin zirveye ulaşan performansıyla) hayatındaki 30 yılı, büyüleyici bir momentum duygusuyla hızla geçiyor. Bu momentumu, Daniel Blumberg'in giderek yükselen müziği, keskin kurguları ve hızla ilerleyen araçların güçlü görüntüleri taşıyor. Corbett'in bu üç buçuk saatlik epik filmdeki ana odağıysa himaye ilişkileri. Guy Pearce, Tóth'a büyük bir topluluk merkezi inşa etmesi için onu görevlendiren varlıklı bir Pennsylvania'lı sanayici Harrison Lee Van Buren'ı canlandırıyor.

5. Challengers

Şunu direkt söyleyeyim: Challengers'ın tanıtıldığı kadar seksi olduğunu düşünmüyorum. Ama bu durumdan da şikayetçi değilim! Film ne olduğunu gayet iyi biliyor ve bu inanılmaz derecede akılda kalıcı olan bir pop şarkısı. Yönetmen Luca Guadagnino ve üç başrol oyuncusu Zendaya, Josh O'Connor ve Mike Faist, epey eğleniyorlar ama Challengers'ı sevmemin sebebi, filmdeki rahatlık, saçmalık. Çılgın kamera hareketleri, Trent Reznor ve Atticus Ross'un delirmiş bir şekilde çalan müziği ve akla gelebilecek en bariz yiyecek göndermeleriyle Guadagnino adeta serbest bırakmış kendini. Bu karakterler tenis ve özellikle de sertlik ve kontrol konusunu ne kadar ciddiye alırsa, film de o kadar her şeyi absürt bir hale getiriyor.

6. Anora

Cinsellik ve para, aşk ile aynı şey değildir ama Anora'da bunların nasıl yanılsamalar yaratabileceğini görmek oldukça kolay. Ani (elektrik gibi bir performans sergileyen Mikey Madison) hem nasıl tatmin edeceğini hem de nasıl savaşacağını bilen New Yorklu bir striptizci, saf birisi değil. O, erkeklerin fantezilerini gerçeğe dönüştürme işinde. Ancak Ivan (Mark Eydelshteyn), yani Vanya, bir Rus oligarkının sakar, müsrif genç oğlu, Ani'ye pahalı hediyeler, yüklü miktarda nakit, coşkulu seks ve ilgi gösterdiğinde, Ani'nin kendi gerçek aşk ve lüks hayat hayallerine kapılması kaçınılmaz hale gelir. Sean Baker, Amerikan sinemasının büyük kültürel gözlemcilerinden birisi: İlginç insanları bulma ve marjinal alt kültürleri işleme konusunda uzman. Bu yüzden de bu ihtimal dışı aşk hikâyesinin bir peri masalı gibi bitmemesi şaşırtıcı değil. Ancak filmin sonu karmaşık ve oldukça ilginç.

7. All We Imagine as Light

Payal Kapadia'nın Mumbai'de beraber yaşayan iki hemşirenin hikâyesini anlattığı, son derece etkileyici olan yeni dramında zaman yavaşlayıp işler gerçeküstü bir hal almaya başlarken, geçiş o kadar doğal bir şekilde gerçekleşiyor ki, hayal edilenler, onu takip eden olaylar kadar doğal bir biçimde birbirini izliyor. Bu, Kapadia'nın kendinden emin hünerinin bir göstergesi. Filmi, sıradan olanla olağanüstü olanı, kişisel olan ile politik olanı öylesine nazikçe birleştiriyor ki, bu nadir ve bir o kadar da keyif verici bir özellik.

8. Sing Sing

Bu yıl, Sing Sing kadar beni etkileyen bir film olduğunu sanmıyorum. New York, Ossining'deki Sing Sing Cezaevi'nde geçen film, haksız yere suçlu bulunan çalışkan bir yazar ve bir oyun yazarı Divine G'nin (harika bir performans sergileyen Colman Domingo) liderliğindeki bir tiyatro grubuna odaklanıyor. Bu grup, içinde yer alan erkekler için bir sığınak işlevi görüyor; onlara insanlıklarını geri kazandırmak, savunmasız olmak ve kendilerini unutmaları için bir nevi fırsat sunuyor. Bu tür bir filmin binlerce klişe versiyonu bulunabilir, ancak yönetmen Greg Kwedar, türün klişelerinden büyük ölçüde kaçınarak, karakterlere empati ve saygıyla yaklaşıyor. Domingo dışında, neredeyse tüm oyuncular aslında Sing Sing'in Sanatla Rehabilitasyon programına katılmış. Genellikle, sıkça göz ardı edilen insanların yetenek ve potansiyelinin bir hatırlatıcısı misali oyuncular, harika performanslar sergiliyorlar.

9. Dahomey

2021'de Fransa'nın Dahomey Krallığı'ndan (şimdiki ismiyle Benin) aldığı 26 antik eser geri verildiğinde, Mati Diop, bu eserlerin kendi topraklarına geri dönüşünü izler ve dönüş sürecini, hatta daha da etkileyici bir şekilde, Benin'deki tepkileri belgeler. Açık bir forumda, birçok genç vatandaş, eserlerin geri teslim sürecini çeşitli açılardan tartışmak üzere bir araya gelir: Ne hissetmeliler? Bu sadece boş bir siyasi jest mi? Eserler nasıl sergilenmeli? Kolay verilen cevapları yok, ancak Diop, bir kısım esere güçlü bir anlatıcı sesi vererek, gerekli olan huzursuzluk duygusunu yakalıyor. Yağmalanan eserler geri getirildiğinde bile, o kötü eylem hala akılda kalıyor.

10. Perfect Days

Bir mavi yakalı işçinin, hayata Zen yaklaşımının, örneğin tuvaletleri temizlemeyi huzurlu bir işe dönüştürmesinin işlendiği bir filmde, fetişleştirme tehlikesi var. Öyle ki bu tehlike, film Japonya'nın tartışmalı Nippon Vakfı tarafından finanse edildiğinde daha da artmış. Ancak Wim Wenders'ın son filminin derin düşünsel ritimleri, beni büyüleyici bir şekilde meditatif hâle soktu. Perfect Days, Japonya turizmi için bir propaganda olmaktan ziyade, gündelik hayattaki bolca güzelliğe dikkat etmeye dair bir argüman gibi hissettiriyor. Bunun yanı sıra, şimdi delicesine biriktirmek istediğim analog rock 'n' roll kasetleri de var tabii.

BİZE ULAŞIN