01 Özür dileyin Kardeşimin ailemle arası bozulmuştu. Detaylar önemli değil, fakat kardeşim bize kendi doğrularını kabul ettirmek ve bizi adamakıllı ikna etmek istiyordu. Onunla konuşmak için hep beraber yanına gittik; bir restoranda oturmuş, asık bir suratla bizi bekliyordu. Yüzü bağırıp çağırmamıza uygun cevabı vermeye, karşı atağa geçmeye hazırdı. ‘Atak ve karşı atak’ aile geleneğimizdir; bu zamana dek farklı şekilde davranan kimse de olmadı. Oturduk. Nükleer saldırımıza başlamadan önce bu asık suratlı adamdan özür diledik. Belki yapmamız gerekenleri unutmuş ve ona karşı yanlış davranmıştık, bu yüzden üzgün olduğumuzu söyledik. Kardeşimin yüzü birden yumuşadı. Sonra yaptığı aptalca hata yüzünden ona yüklendik, ama şimdi her şey farklıydı; artık daha samimi, daha yakındı. Asla akılsız kardeşinizin yaptığı bağışlanamaz hata için öğüt verdiğimi düşünmeyin ama o zamanki tutumunuz için en azından kendinizden özür dilemeyi düşünmelisiniz. Bu, büyük bir farklılık yaratacak. Özür dilemek, genellikle bir ‘ölmeden önce yapılacaklar listesi’nde bulabileceğiniz bir öneri değildir. Çünkü bu tür listelerin genellikle gündelik hayattan çıkması beklenir. Paraşütle atlamak, Titanic gemisini ziyaret etmek ya da ‘Girls’ dizisinin tamamını bir oturuşta izlemek… Bu listeler başka biri gibi olmanızı gerektirir, nasıl olsa öleceksinizdir çünkü, hayatı dolu dolu yaşamanız istenir. İçinde size en fazla şeyi öğretecek, en fazla zevki verecek ve asla bir listeye koymayı düşünmeyeceğiniz zor maddeler bulunur: “Duvarı tank ya da balyoz yardımı olmadan elle yıkın.” gibi… Fakat bu, kişinin kendi yolculuğudur ve bu yolculukta tamamen kendiniz olmalısınız, bir başkası değil. 02 Bir duvarı yıkın. Bir yeri parçalayın. Bir ağaca sarılın. 03 Üzerine çok fazla konuşmadan ve uğraşmadan kilo verin. 04 Tek gidişlik bir tren bileti alın. Ne kadar fazla gece, o kadar iyi. 05 Sevdiğiniz biriyle şiddetli bir şekilde tartışırken pat diye “Ben de özür dilerim.” diyin.Her ilişkide sadece bir kez işe yarar. Ama yarar. 06 Sizi rahatsız edecek kadar fazla bir parayı gerçekten iyi bir takım elbiseye verin. 07 Yine sizi mutsuz edecek miktarda büyük bir bahşiş bırakın. 08 Moğolistan gibi, dünyanın henüz keşfetmediği yerlere yolculuk yapın. Uçsuz bucaksız ovaların uzandığı ülkede nehrin ve rüzgârın kokusunu duyun. Kamp yapın. Hiçbir binanın görünüşünü engellemediği güneşin doğuşunu izleyin. Gece yıldızlara bakın. Yalnızlığı keşfedin. 09 Küçük bir kızı ‘Kuğu Gölü Balesi’ni izlemeye götürün. 10 Ölümün kıyısına gelin,ama ölmeyin Daha önce ölümden döndünüz mü? Ben döndüm. Hem de iki kez. İyi bir deneyim sayılmazdı. İçime işleyecek kadar derin bir gündü, o günü hiç unutmadım. Tüm yakın arkadaşlarıma ve hatta düşmanlarıma öneririm. Açıklayacağım. Nehirde tek başına yüzmek için fazla küçüktüm. Bugün düşündüğümde gülünç biçimde kıyıya çok yakın olduğumu fark ediyorum, ama dokuz ya da on yaşında bana denizin derinliklerindeyim gibi gelmişti. Benden beş yaş büyük abim Richard, muhteşem ve güneşli bir yaz gününde, lastikle yüzmeme yardım ediyordu. Bir süre sonra o ve arkadaşları lastiği alıp kıyıya gittiler, beni orada yalnız bıraktılar. Kendi kendime yüzmeye çabaladım, bir süre sonra da suya battım. Bundan sonrası bir film sahnesi gibiydi; ağır çekim, muhteşem renklerde ve gerçeküstü. Yüzmekte olan ve başımın üzerinden geçen insanların bedenlerini gördüm, battığım yerdeki yosunların tenime değdiğini hissettim. Kumun üzerine oturdum; hem endişeli hem huzurluydum. Bunun her şeyin sonu olduğunu anladım ve kendimi bıraktım. Hafi fl ediğim için suyun yüzeyine çıkmıştım. Heyecanla bağıran, korkmuş bir genç kız beni kıyıya doğru sürükledi. Plajda çığlık atan bir kalabalık etrafıma dolmuştu. Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi, ama bu kendimi bıraktığım güneşli öğle vaktinde sona ne kadar yaklaştığımı net biçimde anladım. Bir yıl kadar sonra bir kış vakti, Richard’ın takıntılı biçimde beslediği ördeklere yem vermek için aynı suya eğilmiştim. Buzu şekillendirmek için açtıkları delikten buz tutmuş suya düştüm. Çok korkmuştum ve donmak üzereydim. Yeniden ölümün soğuk nefesini ensemde hissettim. Ancak abim birden suya atladı ve beni suyun üstüne çekti. O nehirde iki kez ölüm tehlikesi geçirdim. Ve bu iki deneyim bana yeni bir bakış açısı kazandırdı. Eninde sonunda gelecek olan o sonu biliyorum. Bu, o an geldiğinde gitmekten hoşnut olacağım anlamına gelmiyor; ama zamanı geldiğinde gitmeye hazır olacağım. Hamlet’in söylediği gibi: “Bütün mesele hazır olmakta.” 11 Bir grubun vereceği son konseri izleyin. 12 Kırmızı ışıkta koşun (Ama dikkatlice.). 13 Bir sivil toplum örgütünde gönüllü olarak çalışın. 14 Birini kendinizden daha çok sevin. 15 Bir şiir yazın. Yıllar boyunca yazmakla ilgili yüzden fazla kitap topladım; fakat bugüne kadar birinin bile kapağını açmadım. Artık ‘yazmak’ üzerine düşünmüyorum, sizin de düşünmenize gerek yok. Sadece önünüze bir kalem ya da bir klavye çekin ve yazmaya başlayın. Bir şiir. Hiçbir zaman paraşütle atlamaya ya da avcılığa merak duymadım, şiir en önemli meraklarımdan biriydi. Eğer siz de şiirle ya da yazmakla ilgili aynı şeyi hissediyorsanız buna gerçekten sevinirim. Neredeyse hepimiz aşk şiirleriyle büyüdük, sözcüklerin sesi, ritmi ve uyumu bizi büyüledi. Bir yerlerde birileri için sözcüklerin büyüsünü keşfetmek en iyi eylemlerden biri oldu. Yazmıyorsanız belki de okuyorsunuzdur ve bu da en az diğeri kadar kutsal bir eylemdir. Fakat şiir farklı. Hiç kimse para kazanmak için şair olmaz. Kalbiniz, ruhunuz ve sesiniz boş beyaz sayfadadır. Şiir için tüm gereken de budur. Sizi şiirin dünyasına ulaştıracak kelimeleri bulmak istiyor olabilirsiniz. Aramayın, sadece dinleyin. Duygularınızı ve zihninizin gözlerinden gördüklerinizi izleyin. Sevebileceğiniz birini bulun, birini sevin. Neden şiiri öfke ya da korkuyu anlatmak için harcayalım, o düzyazının işi. Asla çocuğum hakkında şiir yazmadım. 1993’te karıma âşık olduğumda birkaç şiir yazmıştım. Şimdi şiirimiz, birlikte paylaştığımız ev. Ciddiyim ya da olmaya çalışıyorum ve dürüstçe şiir yazmanın sanatların en zoru olduğuna inanıyorum. Dans, ses, renk, resim bile şiir kadar zor değildir. Bu beni hep çok korkutur. Sayfada tek enstrümanınız, sözcüklerdir. Şair Walt Whitman’ı ana rahminde okudum, Yeats’i iki yaşındayken. Burada en önemli nokta, âşık olunacak birini bulmak (Bu kişi bir parçanız olmalı ve masanızın üzerinde yer alan, çerçeve içindeki fotoğrafı milyonlara yaymamalı.).Yazmak, doğuştan bir yetenek ve hassas insanların işi. O kişiyi bulduğunuzda ona şiirler yazmayı deneyin (Elbette önce iyi örnekleri okuyun.). Trenyolunun üzerinde küçük p.çe anlattım Strasburg’un buhar makinesini, Belki iki yaşındaydı Arabada yalnızlık, küçük bir aile Meme emiyordu Bir boks topu gibi görünüyordu Ve soğuk bir günde güneş Camların ardını aydınlatırken O parlıyordu Annesi de. Memeleri daha çok. Mutluluk diledim. Özellikle o çocuk için. Başında bir ışık haresi olan çocuğa. Şimdi boğazımda bir yumru, o bahsettiğim Güneş ve parlattıkları. Ve kesin olan tek şey, Mutluluğun az bulunduğu. Ona anlattım yeniden: Göklere çıkma, çok küçüksün. Oğlum, çıkma göklere Çok küçüksün. SCOTT RAAB 16 Bir yabancıyla herhangi bir salı günü saat 21.00’den önce yakınlaşın. 17 Belki biraz ileri de gidebilirsiniz. 18 Mümkünse, bir salı günü saat 21.00’den önce olsun. 19 Çok önemli bir kararı çabucak verin Birbirimizi tanıdıktan dokuz yıl sonra; arkadaş, sevgili, eski sevgili, birbiriyle görüşmeyen iki insan, sonra yine sevgili, yine eski sevgili olduktan sonra Sara ile karı koca olduk. Bir haftamız şöyle geçti: PAZAR: Sara’yı bir barda bekliyordum. Bir aydan fazladır konuşmamıştık. İçmiştim. Sonunda geldi. O an içimden ılık bir şeyler aktığını hissettim. Mutluydum. Bana bir başkasıyla görüştüğünü söyledi. Bir planım yoktu, ne yapacağımı bilmiyordum. İçimde çınlayan ve başka başka şeyler söyleyen sesleri susturdum. Evlenme teklifi ettim. PAZARTESİ: Öğle arasında Sara’ya bir evlilik yüzüğü aldım. 21. Sokak’taki Abracadabra adlı kostümcüde sekiz dolar indirim yaptılar. Yüzüğü Sara’ya verdim. “Diana kesimi.” dedi. Öyleydi. SALI: Günümü hasta bir halde, içerek ve zavallı şeylerle uğraşarak geçirdim. Evlilik sözleşmesini yalan yanlış doldurmaya başladım. Aptallıklarıma Sara’nın babasına şans eseri evlilik hakkındaki fikrini sorarak devam ettim. Can sıkıcı bir sessizlik oldu. Babası ağzından kaçırdı: “Bir dakika… Sara biriyle görüşmüyor muydu?” Aynı akşam, babama uğradım. Onu evinden alıp kendi evime getirdim ve ona anlatacağım önemli bir şey olduğunu söyledim. Sandalyesinde, vereceği tepkiyi izliyordum. Benim ona iyi sonuçlanacak bir fikri sormak için gittiğimi düşündüğünü anladım. Bu arada, Sarah erkek arkadaşından ayrıldı. ÇARŞAMBA: Nikâh işlemlerini tamamlamak için nikâh dairesine gittim. Bu dünyanın en mutlu devlet binasında toplu sevinç dalgaları hissedebilirdiniz. Sara’nın Florida’da yaşayan, 96 yaşındaki babaannesiyle Skype’ta konuştum. Bizim adımıza mutluydu. CUMA: Macy mağazasına kelimenin tam anlamıyla koşturarak gidip iki tane alyans aldım. Sara’yla nikâh dairesinde buluştuk. Sara kısa ve parlayan elbisesiyle göz alıcı görünüyordu. Sevinç gözyaşları döktüm. Ekrana bakıp, sıra numaramızın gelmesini bekliyorduk. Sıramız geldiğinde sanki hakkında bahis oynadığımız at yarışı tamamlamış gibi çığlık attık. ‘The Sopranos’ dizisini izler gibi doğal bir şekilde evlendik. Bir otelde içtik. Uyuyamadık. Bekârlıktan evliliğe geçmek için, evet, sebeplerim vardı. Birincisi: Sevgili olduğumuz zamanlarda büyük bir hata yapmıştım, asla onu terk etmemem gerekirdi. Saçma sapan şeylerden vazgeçip onunla evlenmek dünyanın en mantıklı şeyi gibi görünmüştü. Birdenbire. Onunla yeni bir hayata başlamak hakkında sayısız kez hayal kurdum. İkincisi, kabul etmek çok acı ama romanları seviyordum. Hayatımı bir roman haline getirmek istiyordum, iyi ve ilginç bir roman. Hayatımı klasik bir dergi çalışanı olarak sürdürmüştüm ve bu aptalcaydı. Çocukçaydı. Üçüncü sebep de; hayatımı bekârlık düzeninde sürdürmek konusunda kendime güvenmememdi. Bazılarımız bir şeyin değişeceğini kabul etmek yerine bağlanmayı tercih ediyor. Yalnızlığa bile. Ne yaptığımızı düşündüğümüz zaman ufak birkaç ipucu yakalayabiliyoruz. Sara’yla hâlâ korkuyoruz. Hâlâ kendimizle ilgili bazı şeyleri anlamaya çalışıyoruz. Evlilik bazen, herkesin gerçek olduğunu sandığı bir oyundaymışız gibi hissettiriyor. Fakat biz kendi romanımızı yarattık. Ve en önemlisi, ben gerçekten romanımda karımı oynayan kadını seviyorum. 20 Çocuklara özel ders verin. İhtiyacınız olmadığı halde. 21 Tek başınıza tatile çıkın. Cesaret kazanın. 22 Kostümlü bir partiye gidin. 23 Şaka yapmayı öğrenin. Neden olduğunun bir önemi yok, NASA’da Beyaz Saray röportörü olarak bulunuyordum; Buzz Aldrin’le sohbet ettik ve ben Buzz’a ‘Uzayın Barbra Streisand’ı’ deme gafletinde bulundum. İşte o anda orada buz gibi bir hava esti. Herkes sustu. Evet, şakanın kendi içinde bir mantığı vardı. Ama eğer açıklarsam Ay’da yürüyen ikinci insanı suçlayacağınızdan eminim. Tek savunmam, asabım bozulduğu için öyle yaptım, olabilir. Şaka yapmaya çalışıyordum. Bununla birlikte, şakayı açıklamam gerekiyordu. Tarihin en büyük adamlarından birinin okyanus mavisi gözlerine kilitlenmiştim. “Bu bir şaka mıydı?” dedi. “Evet.” dedim. “Peki.” dedi. 24 Pazarlık edin. Pazarlık etme yeteneğini birkaç yıl önceki mali krizde edindim. Bu, biraz ihtiyaçtan biraz da neler olacağını görmek içindi. Her şeyi daha ucuza bulmanın yollarını aradım: Tv, meyve, gazete, giysi, kitap, dergi ve içki. Deneyimlerimden öğrendiğim şey ise; hiç kimsenin bir pazarlıkçı olarak doğmadığı. Önce biraz utanıyordum, ama sonunda utanma duygusunu yenmeyi öğrendim. Kayıt merkezi sahibi: “Biz indirim yapmıyoruz.” demişti. Barmen: “Sen benim patronumdan çalmamı istiyorsun. Defol.” dedi. Yine bir gün yolun kenarında meyve satan adamla aramızda şöyle bir konuşma geçti: Ben: “Çilekler ne kadar?” O: “Üç dolar.” Ben: “Sana iki kilo için beş dolar veririm.” O: “İki kilosu altı dolar.” Ben: “İki kilosu beş dolar olmaz mı?” O: “Hayır.” Ben: “Bunların hepsini geri götürmek niyetinde misin?” O: “Üzgünüm.” Birçok insanın da yapacağı gibi homurdanmıştı, ben gidene kadar bana küçümseyerek baktı, utanmıştım. Kendimi öğretmeninden azar işitmiş bir öğrenci gibi hissediyordum. Fakat burada önemli olan, pazarlık etmeyi eninde sonunda öğreneceğimiz gerçeği. Pazarlığın çeşitli kuralları, sandığımızdan fazla kazancı var. Pazarlık, bir yetenek, sahtekârlık ve kandırma değildir. Utanmayı yenmek için ‘indirim’ sözcüğünü bu duyguyu önemsemeyeceğiniz kadar tekrarlamanız gerekir. Yenmeniz gereken duygu, utanmaktır; o zaman dünya size kollarını açacak. Bir gün, lüks bir restorana gittim. Eğer iki şişe şarap ikram edeceklerse orada yemek yiyeceğimi söyledim. İşe yaradı. İndirimlerden faydalandım. Bir satış temsilcisi 900 dolara alacağım televizyona 110 dolar indirim yaptı. Bir kadın 250 dolar hediye çeki verdi (Aynı yerde başka birisi hediye çeki vermeyi reddetmişti.). Bunu bir satış temsilcisine anlattığımda çok etkilendi ve böyle bir şey yapabileceğini bilmediğini söyledi. Elbette yapamazdı. Ülkemde pazarlık etmek o kadar kolay değil. Ama belki siz yapabilirsiniz. Tasarruf etmek, paranızı çarçur etmemek ya da sadece pazarlık etmeyi öğrenmek için. Her zaman size indirim yapamayacağını söyleyen biri olacaktır. Fakat bir gün size indirim yapabileceğini söyleyen birini bulacaksınız ve “Evet.” cevabını almak her zaman iyidir. “Evet.”i duymaya bakın. 25 İstifa edin ve sevdiğiniz işi yapın Bir avukat olarak evine haciz gelmiş banka müşterilerine otuz yıl kadar sayısız yardımım dokundu. Söyleyeceklerim bir itiraf gibi görünüyor, belki de öyledir. Hâlâ emin değilim. Hacizler yasaldı; ev sahipleri borcunu ödememişti. Müşterilerime göre ben bir kahramandım; diğerlerine göreyse bir hain. Dürüst olmak gerekirse ne olduğum hakkında düşünmekten hiç vazgeçmedim. Ben sadece bankaların haklarını koruyan bir araçtım. Hukuk bölümünde bize öğrettikleri buydu; tetikçi olmak. On beş yaşımı düşündüm. Psikolog olan babam hangi mesleği yapmak istediğimi sormuştu. “Bob Dylan gibi bir söz yazarı olmak istiyorum.” diye yanıtlamıştım. Ruhumda Dylan gibi müzik ve şiir dolaştığını hissediyordum. Babam garantili bir iş yapmam konusunda nutuk çekince hukuk okumaya karar verdim (O tarihten sonra gitarım kapının arkasında durdu.). Sonraki 30 yıl da daha önce bahsettiğim gibi geçti. Bu duyguyu dengelemek için zor durumdaki sanatçılara yardım ettim. Onların hukuki problemlerini çözdüm. Fakat sanatla ilişkim olduğu yerde kaldı, çünkü banka hep daha çok vakayla ilgilenmemi istedi. Ve para. Otomobilimin modelini yükseltmek için para biriktirmem gerekiyordu. Rahatım yerindeydi. Bu beni bir hain yapar mıydı? Sonra, yaklaşık üç yıl önce arkadaşım, roman yazarı Charles McNair ile bir barda eğlenmeye karar verdik. Charles beni çıkık elmacık kemikleri olan, siyah saçlı, asil bir kadınla tanıştırdı. “Bu Natasha Trethewey, Pulitzer ödüllü bir şair.” İyi ve tanınan bir şairdi. Onu tavlamayı çok istedim. Natasha birkaç dakika sonra nazikçe: “Hukukun hangi alanında çalışıyorsunuz?” dedi. Klasik cevabımı verdim: “Bankaları temsil ediyorum.” Çoğu kadın bundan etkilenirdi. Natasha dışında. Parlak kahverengi gözlerini gözlerime dikti: “Geceleri nasıl uyuyorsunuz?” dedi. Donup kaldım. Geceleri iyi uyurdum. İyi bir kariyeri ve işi, parası, elemanları olan ve orta yaşlarında olan bir adamdım. Fakat sözleri beni şoke etmişti. Gerçekten mutsuz oldum. O an ilk kez babamın yanıldığını düşündüm. Belki kendime istediklerimi yapmam için izin vermem gerekiyordu. Elimde ne var ne yoksa karıma ve kızıma vermem, şirket otomobili, kredi kartları, sağlık sigortalarımı iptal ettirmem iki seneyi buldu. Sanatçılara hukuk hizmeti vermeye başladım. Şarkı sözü yazdım, bir albüm çıkardım. Şarkılarım Dylan’ınkiler gibi değildi belki, ama benimdiler. Hepimizin hayalleri var ve hayat bizi hatalara, istemediklerimizi yapmaya yöneltiyor, dersler veriyor, ‘konforlu’ bahaneler sunuyor ve bizi yolumuzdan ayırıyor. Hâlâ 30 yıl boyunca kim olduğumdan emin değilim: Kahraman, hain ya da ikisi de. Aynı sektörde çalışan pek çok arkadaşım da aynı hissediyordur. Emin olduğum tek bir gerçek var: Hiçbir şey şiir kadar büyük değildir. 26 Yeni doğmuş bir bebeğin ellerini tutun. 27 Otomobilinize atlayın ve plansız, kısa bir yolculuğa çıkın. 28 Nadir uzmanından biri olabileceğiniz bir hobi edinin. 29 Şarkı sözü yazmayı deneyin. 30 Sizden tamamen farklı olan biriyle bir gün geçirin. 31 Bir ateş yakın ve kaçın. 32 En azından on dakika boş boş tavana bakın. Başka bir şeyle uğraşmayın. Meditasyon da yapabilirsiniz. 33 Bir ağaç dikin, tarladan mahsul toplayın. 34 Sevdiğiniz biriyle ormanlık bir alanda saatlerce yürüyün. 35 Dağa tırmanın 36 Gelecekteki size, şu andaki durumunuzu anlatan bir mektup yazın. Mektubu 30 yıl sonra adresinize gönderilecek şekilde postalayın. 37 Tarihi yerlere gidip fotoğraf çekin. 38 Telefonunuzu kapatın. 39 Akşam yemeğinizi çıkarmak için şarkı söyleyin. NAZAN ÖNCEL’İN şarkısında duyup heveslenmiştim. “Beyoğlu’na götür beni /Kitaplara bakalım/ Sokaklarda gitar çalalım/Tatil için para yapalım.” Benim gibi, içindeki fırtınaları dışarısına hiç göstermeyen biri için çılgınca görülebilecek planları ne kadar çok istediğimi ise, çoğu insanın dinleyip geçeceği birkaç dizeyi kafama bu kadar takınca anladım. Sonra Kazuo İşiguro’nun Noktürnler’inde bir sokak çalgıcısının ağzından bir öykü okuduğumda, sokak çalgıcısı olmanın güzel öyküler yazma imkânı da vereceğini düşündüm, daha da heveslendim. Beyoğlu’na çıktığınızda sokak müzisyenlerini dinliyor musunuz, yoksa yarattıkları kaostan rahatsız mı oluyorsunuz bilmiyorum. Bu satırları okuduğunuza göre ikinci gruptan olmadığınızı tahmin ediyorum. Benim unutamadığım gruplardan biri, şarkı söyleyen Kızılderililer’di. Odakule’nin orada, bir yandan şamanik sesler çıkarır, bir yandan Büyülü Rüzgâr çizgi romanını hatırlatacak şekilde, ayin yapıyorlarmış gibi dans ederlerdi. En çok onların etrafının kalabalık olmasına hep şaşırmışımdır, Kızılderili müziğinin bu kadar çok dinlendiğini sanmıyorum (Ben seviyorum.). Biraz ilerlediğinizde Kara Güneş grubunu, bir Acem’i, kanto yapan ve açık havanın sesini dağıtan durumunda bile yüksek tonlara çıkabilen, kırmızı yanaklı güleç kadını göreceksiniz. Kadının, çantasına para iliştirdiğimi gördüğünde önce reverans yapıp sonra şarkıyı gözlerime bakıp bir daha söylemesi, kendimi hep özel hissettirmiştir. Kemençe çalıp dertli şarkılar söyleyen Karadenizlileri anlatmazsak olmaz. Akşam vakitleri, hele de hava kararmışsa, kemençecilerin yanına adamlar oturur. Hep beraber çalıp söylerler. Bazen onları bir arkadaş gibi düşündüğüm, dertleştikleri zannına kapıldığım da olur. Ama bu bir yanılsamadır, çünkü kemençecinin yanında oturan adamlar, her gün, her akşam değişir. Acı çektiğim bir akşam, dışarıdaki sesleri duymaz olmuştum. İnsanlar giderek karardı. Rüzgârın yönlendirdiği yöne yürüyordum. En sevdiğim enstrümanın sesini duyana kadar da böyle sürdü. Ud çalan adamın yanına oturdum. Oradan kalktığımda çok daha dertli, ama daha huzurluydum. Benzer bir olay evimdeyken oldu. Akordeon sesi geliyordu bir yerlerden. Egzoz sesine alışamamamış, ama kanıksamış bir şehirli olarak sokağımdan Bremen Mızıkacıları geçiyor, beni kurtarmak istiyor gibi geldi. Muhtemelen evli iki Roman, sokakta çalıyor, söylüyordu. Adam akordeon çalıyor, hamile karısı parayı içine koyacağımız sepeti taşıyordu. O an, unvanlarımdan sıyrılıp böyle bir hayatı yaşamak istedim. Her şey birdenbire anlamsız geldi. (Anlamlı geldiği hiç olmuyor aslında) Neyse ki beni üzmeyip sonraki birkaç ay da sokaktan geçmeyi sürdürdüler. Kısa bir süre önceydi. Metrobüs kalabalıkken ve şehri izlediğim rotanın beni mutlu edeceği hiçbir ayrıntı yokken, yine bir akordeon sesi duydum. İki çilli çocuk, akordeon çalıp para topluyordu. İçimden bir cümle geçti: “Bizi hayata bağlayan kahramanlar onlar.” Sokakta ünlü olan Zaz’dan, sokak çalgıcıları festivallerinden ya da en ünlü sokak şarkıcılarından hiç bahsetmeyeceğim. Çünkü bence onların isimleri önemli değil; önemli olan sokak çalgıcılarının müziklerini herkese eşit derecede sunmaları, bize photoshop’un ardından bakmamaları. Niye Öncel’in şarkısını dinleyince bu meseleye o kadar takıldığıma gelince… O gün metrobüsten indiğimde nereye gideceğim belliydi. Gelecek 10 yılda neler yapacağım da. Hayat boyunca hepimiz gelecek günlerimiz belli olsun diye çabalamıyor muyuz? Oysa belki de akordeon çalan çocuklar, oradan çıkıp bizlerin ancak hafta sonu yapabileceği şekilde, çimlere yatmaya gittiler. Önlerinde uzun saatler ve büyük bir özgürlük vardı. Hiçbir şey yapmasalar bile, yapabileceklerinin farkındaydılar ki, bence özgürlüğün tanımı budur. En güzeli de, para tükendiğinde yeniden ve yeniden kazanabilecek olmaları (Ekstra hiçbir şeye ihtiyaç duymadan. Akordeonları ve parmaklarıyla.). Ve bizim karşılamayacağımız kadar insanla karşılaşabilmeleri. Garantici tavrımdan vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Ama sadece akşam yemeğinin parasını çıkarmak için sokaklarda şarkı söylemek, yeni merakım olan tar çalmak, bana hiç de kötü bir fikir gibi gelmiyor. Ölmeden önce muhakkak deneyeceğim. Belki sizinle bir yerlerde karşılaşırız. 40 Takıntılı olun Ölmeden birkaç sene önce Pulitzer ödüllü romancı Norman Mailer, ressam ve yönetmen Matthew Barney’den; Mısır mitolojisi, firavunları ve reenkarnasyonu anlattığı Ancient Evenings kitabını filme çekmesini istedi. Barney kitabı okudu ve Mailer’a bu kitabın filme uyarlanamayacağını söyledi, ama sonraki yedi yıl, bu kitabı nasıl filme çevireceği konusu üzerinde çalıştı. Proje devam ederken yazar Mailer hayatını kaybetti. Bu olaydan sonra Barney, hayalindeki filmde yazarı hayata döndürdü. Filmin adı ‘River of Fundament’ olacaktı. Filmde yazar Mailer’ı oynayacak kişi ise oğlu John Buffalo Mailer’dı. Senaryoda Mailer, Detroit civarında, birçok sahnede gördüğümüz eski tarz ‘Chrysler Imperial’ formunda geri geliyordu. ESQ: Yazarın ölümü mü sizi Detroit’e sürükledi ya da filmin orada geçeceği belli miydi? Barney: Detroit’in altında büyük bir tuz madeni var. Birçok yerde tuz madeni aradık. En son kendimizi Detroit’te bulduk. Ayrıca ‘Imperial’ modelinin Detroit çıkışlı olması çok iyi oldu. Oraya gittiğinizde, Henry Ford’un neden orada iş yaptığını çok net görürsünüz. İnanılmaz bir maden zenginliği var. Orada demir yığınlarından kalkere kadar her şeyi bulabilirsiniz. Yaptığımız şey, geniş bir alana şantiye sahası kurmaktı. 25 tonluk demir döküm bir tesis inşa ettik. Chrysler Imperial’ı parçalara ayırdık ve fırınlara attık. Otomobil fırından çıktığında, ‘Norman’ doğmuş olacaktı. ESQ: Yedi yıl bu film dışında hiçbir şey yapmadınız. Dikkat ettiğiniz şeylere bakınca, size takıntılı diyebilir miyiz? Barney: Aklımdakini yapabileceğim tek yol buydu. Çok düşünürüm, çok film çekerim. Bu öykünün tek çıkış noktası bu şekildeydi. Yaptığınız şeyin size ait olması ve sizi her yerde takip etmesi büyük bir ayrıcalıktır. 41 Yanan bir ateşin etrafında uyuyun. 42 Şehirdeki bir parkta uyuyun. 43 Bir işte ‘gerçekten’ iyi olmayı başarın. En iyisi olun! 44 Birinin hayatını kurtarın. 45 Ay ışığının olmadığı bir gece, iki şeritli bir yolda otomobilinizin farlarını kapatarak gidin. 46 Sarhoş olun ve en iyi dans performansınızı sergileyin. 47 Birseyi protesto edin. 48 Babanızla konuşun İşte Good Talk,Dad kitabının ortak yazarlarının konuştukları! Anafikir: Geç kalıp gerçekleştirememektense, erken davranıp babanızla konuşun. Willie Geist: Babamla aramızda: “Gel, otur oğlum. Seninle bir şey hakkında konuşacağım.” gibi muhabbetler geçmedi. Bill Geist: Açıkçası kimseyi “Otur oğlum.” gibi cümlelerle ikna edebileceğimi düşünmüyorum. Willie: Seni Vietnam hakkında yazmaya ikna etmek çok büyük bir zevkti. Bill: Evet, aklıma gelen her şey orada. Mesela lise arkadaşının terasında, ilk kez Christina’yla öpüştüğünü hatırlıyorum. Zaten Christina daha sonra karın oldu. Sana neden âşık olduğunu anlayabiliyorum. Willie: İşe yaramış ama değil mi? Bence şu an, baba-oğul konuşması için hiçbir zaman geç olmadığını kanıtlıyoruz. Eğer babasıyla konuşmak için hâlâ fırsat arayanlar varsa, bir şişe viski işe yarayabilir. Bill: Kafayı bulmak gerçekten de işe yarayabilir, doğru söylüyorsun. Artık soracak bir sorun kalmadıysa, annenle konuşmaya gidebilirsin. Ya da ne öğrenmek istiyorsan, Google’a sor. 49 Kabusunuzu yaşayın Son altı dakika. Seyircileri güldürmem için kalan, son altı dakika. Sahneye çıkacak on komedyen arasında en bâkir olan benim diyebiliriz. Diğerleri bir şekilde profesyonel işler yapmış. Sahne için kalan sürem çok mu, az mı bilemiyorum. Taklit yapmak da bana akıllıca gelmedi. Komedyenler ikiye ayrılır: Bir yanda şakalar yapanlar, diğer yanda hikâyeler anlatanlar vardır. Ben nedense hikâye anlatmak istedim. Boş evde aynanın önünde mikrofon varmış gibi prova yapıyordum. Stand up’a açıklayamayacağım kadar ihtiraslı sebeplerden dolayı bulaştım. Bilirsiniz, hikâye anlatmak çok zordur. Bu konuda, Tony adında başarılı bir adam tanıdım. Tony ile Ottowa’da, bir şovda tanıştık. O ara, tek ihtiyacım, sağlam bir muhabbet ve biraydı. Şu an yakın arkadaş olduğum Tony, o zaman beni: “Komik tişörtler giyme!” diye uyarmıştı. O gün benim komik tişört giydiğim son gündü. Salaş bir barda, Tony bana öğüt vermeye devam ediyordu: “Şoke etmeyle eğlendirmeyi birbirine karıştırma ve ne anlattığından çok nasıl anlattığının önemli olduğunu unutma.” Doğru söylüyordu. Sahnede hikâyeyi kötü anlatırsanız hayallerinize veda edebilirsiniz. Artık korkma sırası bendeydi. Tony: “Başaracaksın. Hayatından sadece altı dakika gidecek, en kötü ne olabilir ki?” dedi. Diğer arkadaşların da bize katılmasıyla Yuk Yuk’un soğuk ve karanlık koridorundan yürümeye başladık. Howard ve Wafi k adındaki sunucu çocukla selamlaştım. Bana sahneye altıncı sırada çıkacağımı söylediler. Wafi k muhtemelen seyircilere beni ‘amatör’ olarak tanıtacaktı. Bu en azından işleri biraz yumuşatır diye düşünüyordum. Derken sahnedeki kırmızı ışığı gördüm. Benim sıram geldiğinde yanacak olan ışığı... Öyle ya da böyle, o sahneye çıkılacaktı. İşim bitmişti. Efsane komedyen Mike McDonald’ı işte o zaman gördüm. Sahneye üçüncü sırada çıkacaktı. Kendimi sakinleştirmek için içki istedim ve şişeyi kafaya diktim. Artık şov başlıyordu. İlk komedyen, “Sahneye ne zaman çıkmam gerekiyor?” diye sordu. İkinci komedyen biraz daha iyi bir iş çıkardı. Sıra Mike McDonald’a geldi. Sahneye çıktı ve karaciğer nakil ameliyatının hayatını kurtardığını söyledi. Komik değildi. Daha sonra kendisini toparladı ve anlattığı hikâyeyle ufak kalabalığı (neredeyse 45-50 kişilik) kahkahalara boğdu. Çıkış çizgisine yaklaştıkça daha çok geriliyordum. Wafi k beni tanıtmak için sahneye çıktı ve amatör olduğumu söyledi. Salon artık Mike’ın bıraktığı gibi ufacık değildi. Tam beni çağırmaya sıra gelmişti ki, Wafi k ismimi unuttu. Merdivenlerden çıkmaya başladım. Kulaklarımda bir uğultu vardı. Artık tek görebildiğim, önümdeki ışıktı. Anlatmaya başladım. “Sıcak bir yaz gecesinde, midemde acılı bir krampla uyandım. Banyoya koştum. Gerisini kibar bir şekilde anlatmak isterdim ama maalesef öyle bir yöntem bilmiyorum. Çünkü kıçım resmen ‘Shining’ fi lmindeki asansör sahnesine dönmüştü. Her yerde kan vardı. Karıma ambulans çağırmasını söyledim. Ergenliğimden beri bağırsak rahatsızlığım var. Bu yüzden ağrı, acı ya da iyileşme gibi işlere çok alışığım. Demek istediğim, kıçımdan kan aktığı için korkmadım. Ama benim denklemime uygun olmayan bir şeyler vardı. Canım yanmıyordu. İşte bu beni korkutuyordu. Öldüğüme karar verdim. Karım beni merdivenlere kadar sürükledi. Karanlıkta sürüklenirken kanamam devam ediyordu. Bir ara ışıkların yanıp söndüğünü hatırlıyorum. İşte o anda, öldüğüme emin oldum. Sonra, bilincim gitti. Tek görebildiğim sıcak turuncu bir ışıktı. Tanrı’ya inanan bir adam değilim. Ama sürüklenirken: ‘Ne kadar da yanılmışım, hayır Tanrım!” diye yakındığımı hatırlıyorum. Gördüğüm turuncu ışığı cennet zannetmem, o gece emin olduğum ikinci şeydi. Ertesi sabah, uykusuzluktan kızarmış gözleriyle karımı yanımda buldum. Gizemli bir şekilde başlayan kanamam, aynı şekilde mi son bulmuştu? Bayağı kan kaybetmiştim. Ama öldüğümden eminken, ertesi sabah gözlerimi açmam benim için sürpriz olmuştu. Gece neler olduğunu düşününce, yaşadığım saçma olaylara bir açıklama getirebildim. Gördüğüm turuncu ışık, sokak lambasıydı. Kanama olayından birkaç hafta sonra 40 yaşına bastım. Yaşadığım belki de orta yaş kriziydi. Mucizeden mucizeye sürüklenirken hiç toplamadığım kadar enerji depoladım. 40. yaş günüme, Antarktika semalarında okyanusa atlayarak girdim. Güneş hiç batmıyordu. Doğum günümü, dünyanın en soğuk okyanusunda yüzerek geçirdim. Mayıs ayında maratona katıldım. Haziranda Dünya Kupası’nı izlemek için Brezilya’ya bilet aldım. Temmuzda Playboy Mansion partilerine katıldım. Ağustosta İzlanda’da yaşayan arkadaşımı görmeye gittim. Bu sene yapmak istediğim her şeyi yapmaya çalışacağım. Çünkü ölümün çok yakınlarda dolaştığını unutmuşum.” Uzakta bir yerden bir kahkaha duydum. Evet! O bir kahkahaydı ve benimdi. O kahkahayı bileğimin hakkıyla kazanmıştım. Üzerimdeki gerginlik gitti. Kelimeler akıp gidiyordu. Elim, kolum, ağzım benden bağımsız hareket ediyordu. Sanki bütün cevaplarını bildiğim bir sınavdaydım. Ne zaman nefes almak için ara versem kahkahalar duyuyordum. 40 yaşında yeniden doğmuş gibiydim. Tanrı biliyor, kendimi kutsanmış gibi hissediyordum. Çok mutluydum. Altı dakika içerisinde hayatım değişmişti. Yavaş yavaş sahneden indim. Yanan kırmızı ışığı gördüm. Benim zamanım dolmuştu. 50 Çıplak yüzün. 51 Eski usulde bir kokteyl yapmayı öğrenin. 52 Bomboş bir arazide ata binin. 53 Eğer varsa, kahramanınızla tanışın. 54 Eğer yoksa kendinize bir kahraman bulun. 55 Bir gününüzü kütüphanede okuyarak geçirin. 56 Hoşlanmadığınız bir muhabbetten açıklama yapmadan ayrılın. 57 Sebepsiz yere işten kovulun. 58 Açık denize açılın. Üç gün üç gece boyunca dönmeyin (Umarız sonra dönebilirsiniz.). 59 Kullanmadığınız elinizle bir şey yapmayı öğrenin. Mesela tıraş olmayı ya da diş fırçalamayı o elinizle yapın. 60 Bir kere bile olsa evlenin. 61 Birini işe alın. 62 Birini işten kovun. 63 Çocuk programı izleyin ve programın vermek istediği mesajı çözün. Aldığınız mesajı hayatınıza uygulayın. 64 Bir öğle yemeğini roka yiyerek geçirin. 65 Kendinizi prensiplerinize aykırı olan bir şeye inandırın. Sonra da onun tam karşıt görüşüne inandırın. 66 Bir waffle’cıya gidip tıka basa waffle yiyin. 67 Bir sosyal sorumluluk projesine destek verin. 68 Lisede okuduğunuz herhangi bir kitabı yeniden okuyun. 69 Mark Twain’in Huckleberry Finn’in Maceraları adlı kitabını okuyun. 70 Grinin Elli Tonu’nu okuyun. 71 Dünya mutfaklarından farklı yemekler yapmayı deneyin. 72 Özel el yapımı bir çift ayakkabı alın. 73 Arkadaşınızla ofise kadar yarışın ve kazanın. 74 Arkadaşınızla ofise kadar yarışın ve kaybedin. 75 Listenizdeki tüm kötü maddeleri yapabileceğiniz, rahat bir yere gidin. 76 Bir öğrenciyi okutun. 77 Ellerinizi kullanarak bir şey yapın. Mesela keman yapıp ufak bir dükkanda satan adamlar biliryoruz. Tonlarca ağırlıkta taşlara soyut heykeller yapan birini de tanıyoruz. Ve onlarıtanımaktan mutluluk duyuyoruz. Ama bahsettiğimiz daha işe yarar şeyler. Ellerinizi kullanarak işe yarar bir şey yapın ve karşılığını görün. 78 Çoğu insanın yapmanız gerektiğini söylediği ama neden yapmanız gerektiği belli olmayan şeyler • Yabancı bir dil öğrenin. • ‘Lost’u izleyin. • Maratona katılın. • Kişisel gelişim kurslarına gidin. • İnancınızı kaybetmeyin. • Pikniğe gidin. • Fuar stantlarında çalışın. • Striptiz kulübüne gidin. • Dünya Kupası’nı izleyin. • Herhangi bir sosyal medya platformuna katılın. • Yıldızları sayın. • Absent için (%70 alkol oranına sahip). • Dünyayı gezin. 79 Birkaç dakikalığına, öleceğiniz gerçeğiyle yüzleşin. 80 Hiçbir zaman tehlikeli şeyler yapmak için yanıp tutuşan biri olmadım. Bilinmeyene veya adrenalin tutkusuna özlemden oluşturulan listeler ne fayda sağlıyor? Hayat, istenilen her şeyi yapmak üzerine kurulu değil. İnsan sürekli bir şeyler ister ve içinizdeki o ihtiras hiç bitmez. İşte bu yüzden benim bir ‘ölmeden önce yapılacaklar listem’ yok. Yılbaşı için et almam gerekiyordu; ama unuttum, ki bunu Şükran Günü’nden hemen sonra yaparım. En iyi kasaptan dinlendirilmiş et almak âdetim olmuştur. Ama Kasım ayında bunu yapamadım. Durum böyle olunca, yılbaşına altı gün kala, kokuşmuş bir eti, hak etmediği bir paraya almak zorunda kaldım. Sonra içime sinmedi ve yerine daha kaliteli bir et almaya karar verdim. Süpermarketten vazgeçtim ve Tilda adında yakın bir arkadaşımı aradım. Yılbaşı için aldığım eti kullanmak isteyip istemediğini sordum. Tilda’nın hayatı bir hayli karışıktı. Bir trafi k kazası geçirmişti, kocasıyla sorunları vardı vs. Ama iyi yemek yapıyordu. “Tamam.” dedi. Ben de bize gidip eti alabileceğini söyledim. Eve geldiğimde, Tilda mutfak kapısının önünde eti tutmuş, kız arkadaşımla konuşuyordu. Beni görünce teşekkür etti. Kız arkadaşımın şaşkın bakışlarını görünce: “Önemli bir şey değil, sadece bana yardım ediyordu.” dedim. Ama arkadaşımın gözündeki yaşları görebiliyordum. Keşke konuşmalarına izin vermeseydim, diye düşündüm. Demek istediğim, işler kötüye gidebilir. İşten çıkarılabilirsiniz ya da çocuğunuzla sorunlar yaşayabilirsiniz. Ama sonuç olarak Tilda yılbaşını kutlayamayacaktı. Zor şartlarda yetiştirdiği çocukları vardı ve yılbaşı kutlamak onlar için lüks olabilirdi. Dünyada zor durumda olan birçok insan var. Tilda’nın çok sevdiğim iki kızının nasıl çalıştıklarını iyi biliyorum. En yakın süpermarkete gittim. Kredi kartımı doldurana kadar şekerden hediyeye kadar ne hoşuma gidiyorsa hepsini aldım. Hepsinin üstüne not yazdım ve hediyeleri hediye paketlerine sararak Tilda’nın kapısına bıraktım. Ardından kapıyı çaldım ve o açana dek oradan uzaklaştım. Tilda, Noel Baba’nın ben olduğumu anlamış olsa gerek, hemen bana mesaj attı. Çok teşekkür ettiğini ve böyle bir şeye gerek olmadığını söyledi. Benden hiçbir şey istemediğini biliyordum. Sevgilim de bunun çok güzel bir hareket olduğunu ve insana iyi duygular hissettireceğini söyledi. Evet, şüphesiz ki gerçekten iyi hissettirdi. Hem de bunca zamandır denediğim her şeyden daha iyi hissettirdi. Kız arkadaşım: “Sormaya korkuyorum; ama tüm bunlar ne kadara patladı?” diye sordu. Mantıklı bir soruydu. “En güzel para, harcanan paradır. Her zaman böyle bir şey yapmak istemiştim ve yaparken çok eğlendim, kesinlikle listeye eklenmeli.” dedim. Açıkçası böyle bir şey hiçbir zaman listemde olmadı. Kendiliğinden gelişen bir olaydı. Fırsat kendini göstermedikçe, yardım etmenin bu kadar güzel olduğunu nerden bilebilirdim? Listenize, “Birine güzel bir yılbaşı yaşatın.” maddesini eklediğinizi düşünsenize. Kulağa biraz egoistçe gelebilir. Ama egonuz başkalarına da yardım edebilir. Böylelikle ben de liste yapmayı bıraktım. Planım: Daha önce nasıl gezip tozup yiyorsam öyle devam etmek. Çünkü sizi siz yapan işler, sürekli yapmaktan bahsettiğiniz değil, yaptığınız işlerdir. Esquire Mayıs 2014 sayısından alıntıdır.