Röportaj: Sanjiv BHATTACHARYA Fotoğraflar: Tom CRAIG Moda Editörü: Gareth SCOURFIELD Derleme: Erkin ÇAM Ewan McGregor için hayat hiç bu kadar iyi olmamıştı. Los Angeles, Venice Bulvarı'ndaki son moda bir kahve dükkânında Ewan McGregor'la birlikteyim. Bariz biçimde mekândaki en yaşlı kişiler ikimiziz. Kırklı yaşlarınızın ortasına geldiğinizde bunları fark ediyorsunuz. McGregor, Mart ayında 46 yaşına girdi, ben de o yaşa gelmek üzereyim. Bir an Los Angeles'in gençleri ve güzelleri arasında dolanıyorsunuz, sonraki an köşede yaşlı bir adamın durduğunu fark ederek 'Zavallı herif, burada senin ne işin var?' diyorsunuz kendi kendinize. Kendi yansımanız o. İşte, orta yaş bu demek. Ama Ewan McGregor bunu fark etmiş gibi değil pek. Deus Ex Machina'da buluşmak onun fi kriydi; burası sadece bir kahve dükkânı değil, motorcu hipsterler için hibrit bir habitat. Kısmen giysi dükkânı kısmen modifi ye atölyesi; içeride bir DJ, birkaç sörf tahtası ve bir sürü sanat dergisi var. Eski moda Harley'lerini park eden ve avokadolu tostlarını Instagram'da paylaşan şık insanların bulunduğu bir Petri (bakteri üretmek için kullanılan kap, ç.n.) kabı içinde gibiyiz. McGregor burayı seviyor. Avokadolu tostu çok sevmese de Harley-Davidson'lara bayılıyor. Hatta motosikletlerle ilgili her şeye bayılıyor. Dünyayı motosiklet üzerinde turladı, o. Yaptığı iki epik seyahatle ilgili kitaplar ve TV dizileri var: 'Long Way Round' ve 'Long Way Down' (Planlanan bir yolculuğun daha olduğunu ama bunun hakkında konuşamayacağını da öğrendim.). Buradan birkaç kilometre uzakta, Brentwood'daki evinde belki 12 motosikleti var (14 müydü yoksa?). Gerçi sayısını tam hatırlamıyor. Los Angeles'ta yapmayı en çok sevdiği şeylerden biri de 1971 Moto Guzzi Ambassador veya 1974 Moto Guzzi Eldorado'ya atlamak ve motorunu kanyonların arasından Pasifi k Sahili Otoyolu boyunca sürmek. Bazen de Deus'a uğrayıp elinde sıcak, sütsüz kahvesiyle motorlara ve giysilere göz atıyor. 'Evet,' diye gülüyor, 'Bu gerçekten de berbat bir fi kirdi.' Tüm dükkânı dolaşıyoruz ama oturacak yer bulamıyoruz. Pazartesi günü, öğleden sonra bile mekân ağzına kadar dolu; çünkü görünen o ki Los Angeles'ta kimse doğru düzgün bir işe sahip değil. Biz de bu yüzden kahvelerimizi alıp otoparka iniyoruz, mekânın yaş ortalamasını birkaç 'tık' daha düşürüyoruz ve siyah Lincoln Navigator'ının şoförü, mahallede bizden daha yaşlı tek kişi olan Frankie'nin yanına gidiyoruz. 'İşte böyle, mükemmel,' diyor. 'Böylesi daha iyi! Klimamız var, sessiz. Üstelik bak, bütün motosikletleri buradan görebiliyoruz. Şuradaki siyah motora bak, Frankie! Şu yaşlı Harley'e. Ne kadar güzel. Bu motorun sesini duymak istiyorum...' McGregor, 46 yaş için gayet iyi görünüyor, hâlâ genç ve hevesli. Gözlerinin etrafında birkaç kırışık var ve Fargo'nun üçüncü sezonu için kafasını kazıtmış – birazdan ondan da bahsedeceğiz – ama yine o 1990'lardaki McGregor'a benziyor; Trainspotting'deki Mark 'Rent Boy' Renton gibi. Onun yüzü de Liam Gallagher, Damon Albarn veya Goldie gibi. O fi lm bizim neslimizin geceleri 'Lager lager lager lager!' diye bağırmasına neden olmuştu. McGregor bizim totemimizdi; hayat dolu ve yaşamayı seven o yakışıklı oğlan, mavi gözlerini ufka diker ve her şeyin mümkün olduğunu düşünürdü. Biz de öyle hissediyorduk – 1990'lı yıllarda 20'li yaşlarımızdaydık. Şimdi burada onunla otururken nostaljik hislere karşı koyamıyoruz, zira bu yaşlarda nostalji için yeterince kaynağı oluyor insanın. 'Oasis belgeseli Supersonic'i seyrettin mi?' diyor, McGregor. 'Kendi boğazımı kesmek istedim. Evet, gerçekten istedim bunu! Belgeselin sonunda çığlık atıyordum. Beni doksanlara geri götürün diye bağırıyordum. Çünkü 'ben' olmak için çok iyi bir zamandı! Gerçekten de öyleydi! Muhteşemdi. Düşünürsen Trainspotting'deki ekip sinema dünyasının Oasis'iydi, öyle değil mi? Çok iyi bir histi. Gerçekten çok iyiydi. Bence bu Danny (Boyle) sayesinde oldu. Çünkü Britanya sinemasını değiştirdik, insanlar bizi seyredip 'Evet yahu, biz de yapabiliriz!' dediler. O aralar bütün iyi şeyler ABD'den geliyordu. Biliyorsun değil mi?' Son birkaç aydır devam fi lmi olan ve belli bir yaşın üstündeki adamlar için görülmesi neredeyse zorunlu kabul edilen 'T2:Trainspotting' için basınla görüşüyor. 20 yıl sonra aynı aktörlerin aynı rolleri oynamasıyla ve hepsinin eski hayatlarıyla yüzleşmesiyle görkemli bir fi lm olmuş. Boyle, fi lmin 'erkekliğin çağları' hakkında veya erkeklerin nasıl yaşlandığı ile ilgili olduğunu söylüyor (Bunu hiç de kadınlar gibi ağırbaşlı biçimde karşılamıyorlar. Biz oğlanlar bunun gerçekleştiğimi kabul bile edemiyoruz, en iyi zamanımızı tekrar tekrar yaşamaya çalışıyoruz. En iyi zamanımız derken 20'li yaşları kast ediyorum, yani sonsuz zamanımız olduğuna inandığımız için zamanı umursamadığımız çağlarımızı.). 90'ların üzerinden bir o kadar daha zaman geçmişken şimdi Boyle'un dediği şeyin ne kadar doğru olduğunu keşfediyoruz: 'Zaman seni umursamaz, denge işte tam da böyle sağlanıyor.' Ama McGregor, ikna olmuş gibi görünmüyor: 'Danny haklı, erkekler havalı ve çekici ve komik olduklarına dair histen vazgeçmek istemiyor ama... (omuzlarını silkiyor) Bu normal. Ben de vazgeçmek istemiyorum. Vazgeçmeyeceğim! Neden vazgeçeyim ki? Yaşlı olduğu halde seksi ve havalı olan bir sürü adam tanıyorum, ben de o adamlardan biri olacağım. Umarım olurum!' O yüzden dar jean'leri ve saçları boyatmayı dert etmiyor. Hatta dans etmek isterse dans da edebilir: 'Evet, bunu yapabilirim. Yaptım da. Yaşlanma konusunda fazla düşünmüyorum. Nasıl davranmak istiyorsam öyle davranıyorum, nasıl davranmam gerektiğini düşünerek değil. Üstelik 20'li yaşlarımdan çok da farklı hissetmiyorum kendimi. Bir şeyler öğrenmedim değil, elbette öğrendim. Ama o zaman hayatı nasıl karşılıyorsam şimdi de öyle karşılıyorum. Hangi işi kabul edeceğime karar verirken içimdeki sesi dinliyorum ve ona uyuyorum, her zaman da böyle yaptım.' Ewan McGregor'dan öğrenilecek bir şey varsa – elbette ki var: Neticede o Ewan McGregor – o da tavrı. Ewan'ın Tao'su. Ewan'ın hayat yaklaşımı. İyimser, açık, iyi kalpli ve korkusuz. Kimse 'Hayatı Seç'i onun kadar ciddiye almadı. O zamandan bu yana neler yaptığına, ne kadar dolu ve güzel bir hayat kurduğuna bakmanız yeter. Kocaman bir aile (bir eş ve dört kız çocuğu), görkemli bir kariyer (1993'teki başlangıcından bu yana IMDb'ye bakılırsa 78 eserde oyunculuk yapmış, yani yılda ortalama dört çalışma), büyük ve global maceralar (iki, yakında üç olacak) ve halen devam eden Birleşik Krallık UNICEF Elçiliği. Arkadaşı yönetmen Rodrigo Garcia'nın dediği gibi 'Bunlar ürkek birinin yapacağı seçimler değil.' Üstelik McGregor hiç de işi başından aşkın görülmüyor, sürekli gülümsüyor. 'Evet, ben mutlu bir adamım,' diyor sırıtarak; 'Umutluyum, insanları seviyorum, kendimi kötü hissetmem için bir neden yok. Niye hissedeyim ki? Bu hayata sahip olduğum için çok şanslıyım.' Burada McGregor'un annesinin de hakkını yememek lazım. Onu her zaman büyük düşünmeye yönlendirmiş. 16 yaşında okulu bırakıp drama eğitimi almak istediğinde annesi 'Hadi bakalım, git.' demiş. İskoçya'da, Perth yakınında ufak bir kasaba olan Crieff'te büyümüş ve ne annesi ne de babası sanatla ilgileniyormuş (ikisi de öğretmendi). Ama amcası Denis Lawson bir aktördü (McGregor'un 1.000 defa seyrettiği Local Hero (1983) fi lminin yıldızıydı.). McGregor da onun gibi olmak istedi; bir aktör ve Kuzey Londra'da yaşayan bir bohem olacaktı. Başarılı bir başlangıç yaptı: İlk ciddi rolü Denis Potter'ın TV dizisi 'Lipstick on Your Collar'da bir başroldü. O sırada Homerton'da, Kingsmead Estate'te yasa dışı olarak kiralanmış bir belediye evinde yaşıyordu; ama şimdiki geliriyle amcasının hayal ettiği Primrose Hill'de oturmaya gücü yetiyor. Orada haftalık kirası 150 sterlin olan bir ev vardı: 'Hayatta olmaz diye düşünmüştüm. Yani, ilk işimi almıştım, ama ne kadar sürecekti ki bu iş? Annem dedi ki 'Tut o evi, parasını karşılayacak işler bulursun, göreceksin.'' Otomobile atlayıp oraya nasıl gittiğini, kaldığı o sıkıcı evin uzaklaşmasını dikiz aynasından nasıl seyrettiğini, eşyalarını yeni evine yerleştirişini ve Londra manzarasını seyretmek için Primrose Hill'de gezişini hatırlıyor. 'O anda kendime 'Tamam, artık başka bir hayatım var,' demiştim. Asla arkama bakmadım.' 'Trainspotting' fi lminde Daniel 'Spud' Murphy'yi oynayan Ewen Bremner, McGregor'un o ilk zamanlarını hatırlıyor. 'Çok kesin fi - kirleri olan biriydi,' diyor. 'Ona göre her şey ya siyah ya beyazdı: 'Bu çok kötü, bu müthiş, herkes şunu yapmalı...' Söylediği her şeye gerçekten inanıyor muydu bilmiyorum. Belki de güçlü görünmek istiyordu. Aslında hepimiz çocuktuk.' Ewan McGregor'u Bremner kadar iyi tanıyan pek az aktör vardır: Birlikte beş film yaptılar – Trainspotting, T2 Trainspotting, Black Hawk Down, Perfect Sense ve Jack the Giant Slayer. 1990'lar boyunca, Jude Law ile birlikte yaşayıp Angelina Jolie ile partilere katılırken Bremner onun yanındaydı. Gecenin sonunda herkes onun evine gelirdi. Bir tür Brit Pack'in bir parçası olan McGregor; Jude Law, Sadie Frost ve diğerleriyle Natural Nylon adlı bir prodüksiyon şirketini yürütüyordu. McGregor, eşi Eve Mavrakis ile de o zaman tanıştı ve 24 yaşında evlendiler (Eve, ilk çocukları Clara'ya 'Trainspotting' setinde hamile kaldı.). 'Made in Scotland!' Ama işler nedeniyle 'Trainspotting' çetesi çeşitli yönlere dağıldı ve Bremner arkadaşını 'Black Hawk Down' setinde yeniden gördüğünde onun başka bir adam olduğunu fark eti. 'Daha sessiz ve daha sakindi,' diyor; 'Tamamen değişmişti.' McGregor, şimdi buna gülüyor. 'Evet, çünkü o ara ayılmaya karar vermiştim. Alkolsüz bir hayat yürütmeye çalışıyordum.' (O günden beri bir damla bile içmedi.) Ama onu ayıltan faktörlerden biri de Danny Boyle'un ondan vazgeçmesi ve 'The Beach' fi lmi için bir başka bebek suratlıyla, Leonardo DiCaprio ile çalışmaya karar vermesiydi. McGregor o ana kadar Boyle ile üç fi lm yapmıştı: 'Shallow Grave', 'Trainspotting' ve 'A Life Less Ordinary'. Kendisini 'Danny'nin aktörü' olarak görüyordu. Ama bu sona erdiğinde kendini dümensiz, mutsuz biri olarak buldu ve sonraki neredeyse 10 yıl boyunca konuşmadılar. Ancak bu sürede McGregor 'Evet. demeyi seven bir aktöre dönüştü: Daniel Day-Lewis'in antitezi gibiydi. Özgeçmişine her türden fi lmler ekledi, büyük ve küçük – drama, aksiyon-gerilim, romantik-komedi, sanat fi lmi, büyük ilgi görecek ve gişe rekorları kıracak fi lmler. Çoğunu hatırlayacaksınız; 'Star Wars' ilk üç fi lmi, 'Moulin Rouge', 'I Love You Phillip Morris', 'The Ghost Writer', 'Beginners'. Ama bazıları yeterince ses getirmedi: 'Incendiary', 'Haywire', 'Miss Potter' ve 'Son of a Gun'. McGregor bu ikinci grup fi lmi de hit fi lmleri sahiplendiği gibi kolayca sahipleniyor. Orta yaşlarda 'Pişmanlığım yok,' demek kolay iş değil. Lipstick on Your Collar Shallow Grave Velvet Goldmine Rent Boy Brassed Off The Pillow Book A Life Less Ordinary Star Wars Eposide 1 - The Phantom Menace Rouge Black Hawk Down The Island I Love You Phillip Morris Ghost Writer T2 Fargo 'Bazı şeylerin farklı olmuş olmasını dilemek bana göre değil.' diyor, böyle düşünmüş olabileceğini ima etmemden biraz alınarak; 'Senin hataların senin hatalarındır. Hepsi senin yolunun bir parçasıdır. Üstelik gişede en başarısız olan fi lmlerimden bazıları, insanların aklında en çok kalan fi lmler: 'Velvet Goldmine' ve 'Stay' gibi. Bazıları gerçekten iyi değildi ama bu da sorun değil. Ben çalışmayı sevdiğim için çalışıyorum, gişe başarısı için değil.' Burada insanı hayrete düşüren bir şey var. Bremner de kesinlikle öyle düşünüyor. 'Başarılı olsan da olmasan da bu iş insanın dengesini bozuyor,' diyor. 'Çocuk oyuncağı değil. Ama Ewan her zaman sakin ve sağlam duruyor, farkında mısın? Evinde ve set dışında bazı krizlerle uğraşırken de gördüm onu, tamamen profesyoneldi ve iyi huyluydu. Aslında onun hiçbir zaman hiçbir şey için kötü bir ruh haline girdiğini görmedim.' McGregor'un bu iyimser havası ilk yönetmenlik denemesi olan 'American Pastoral' ile de test edildi. Film geçen yıl gişede pek başarılı olamadı ve hem iyi hem kötü eleştiriler aldı. Bu durum yönetmenler için elbette daha zor, çünkü işin sanatsal yönünü de üstleniyorlar, ama McGregor yine de büyük resme bakıyor. Philip Roth'un karanlık ve zor romanını çekmenin zorlu olduğun biliyor. 'Tam da insanların görmek için sinemaya gitmediği şeyler vardı fi lmde.' diye gülüyor. 'Bir dönemi anlatıyor, dram, Pulitzer ödüllü bir kitap, yani bunu yapmaya değer gibi görünüyor. Evet, ama insanlar gidip bu fi lmi seyretmeyecek kadar hayal kırıklığına uğramış haldeydi, ABD seçimlerinden bir hafta önce çıktı ve kimse o ruh halinde değildi. Herkes haberleri seyredip 'Bu ne yahu?' diyordu.' McGregor'un korkusuzluğu tam da böylesi zor bir meydan okumayı kabullenişi ile kendisini gösteriyor. Bir aktör olarak geçen yıllarda bir sürü yönetmen gördü; üstelik Roth'un eserleri sinemaya uyarlanması en zor eserler olarak biliniyor. Ama proje onun kucağına düştüğünde çalışmaya başladı. Geçmişte iki defa daha yönetmenlik yapma fırsatı eline geçmişti ama onları kendi deyimiyle 'Pas geçti', bu yüzden üçüncü ıskaya hiç niyeti yoktu. Roth'un kendisi de fi lmi sevdiğini söylemiş. Pas geçmek aslında pek McGregor'luk bir şey değil. Bir aktör olarak gerektiğinde soyundu. Ayıca birden çok defa gay rolü de oynadı; 'Velvet Goldmine' ve 'I Love You Philip Morris'te. Jonathan Ross düşüncesinden bile hoşlanmazken McGregor onu dudaklarından öptü. Konfor alanının dışına çık, onun hayat düsturu bu. Uzun motosiklet maceralarına da bu yüzden çıkıyor. O ve Charlie Boorman Long Way Round için gittikleri Moğolistan'da onlara sıcak testis çorbası ikram edildiğinde ilk lokmayı almaya kimin cesaret ettiğini tahmin etmek zor değil. 'Neticede et,' diyor McGregor. 'Ama püskürtmemek için dikkat etmek lazım.' 'Fargo' ise McGregor için yeni bir macera, ilk defa Amerikan televizyonlarında olacak. Doksanlı yıllarda 'ER' dizisinde konuk oyuncu olarak görünmüştü ve bir mağaza soyguncusunu canlandırmıştı, ama o sayılmaz. 2012'de de HBO için bir Jonathan Franzen romanından uyarlanan 'The Corrections' dizisi için bir pilot bölüm çekmişti, ama HBO projeden vazgeçti – üstelik projede Rhys Ifans, Chris Cooper ve Maggie Gyllenhaal da oynayacaktı. 'The Corrections', McGregor için bir dönüm noktası oldu. TV'ye geçmeyi gözüne kestirdi; bir dizi için bir yılını ayırmayı taahhüt etmek, Los Angeles'ta çekilmesini ummak, fi lmlerde yaptığı gibi akşamları kiralık bir eve değil, her akşam kendi evine ve ailesine dönmek. 'Yaşlandıkça zorlaşıyor,' diyor; 'Yalnız kalıyorsun.' Sonra bir gün Utah'da arkadaşı, oyuncu Sasha Alexander ile kayak yaparken FX kanal ağının yöneticilerinden olan Nick Grad ile karşılaşmış. Zirvenin yarı yolundaki bir restoranda konuşurlarken Grad McGregor'a 'Fargo'nun ilk iki sezonunu seyredip seyretmediğini sormuş ama McGregor bu konuyu düşünmeyi bile reddetmiş: 'Ben hemen 'Bu berbat bir fi kir, Başarılı bir fi lmden bir dizi yapmak! Seyretmiyorum bile, çünkü o fi lmi çok sevmiştim,' dedim. Ama o da 'Üçüncü sezon için kast hazırlıyoruz, iki kardeşi birden oynayacak bir aktör arıyoruz,' dedi. Ben de 'İkizler mi?' diye sordum. O da 'Değiller' dedi. O zaman 'Bak bu ilginç...' diye düşündüm.' Şimdi bu konuda konuşmadan duramıyor. 'Fargo' için 'Yıllardır fi lm setlerinde yaptığım şeylerden daha keyifl i!' diyor. Konsepti, karakterleri, 'Fargo'yu bir ruh hali olarak tanımlamayı, kendi kuralları olan bu evreni sevmiş. Ama her şeyden önce TV dizisi işinin hızını, iki rolü birden oynamanın getirdiği iş yükünü, ezberlemesi gereken onca repliği sevmiş. İşçi sınıfından olan Scott'u çekici buluyor ve ondaki 'hayatı seç' tavrını kendi işine olan yaklaşımına benzetiyor. Dizinin yaratıcısı Noah Hawley 'Kendine göre bir ruhu var,' diyor onun için. 'Somut bir gençlik ve heves. Üstelik bence, yakışıklılığı dışında çok da iyi oynuyor.' Howley bu yakışıklı aktörü alıp Ray Stussy'ye dönüştürmekten çok keyif almış; McGregor'un oynadığı bu şişman, kel şartlı tahliye memuru Nikki Swango'ya (Mary Elizabeth Winstead) sırılsıklam âşık. Üstelik bu durum McGregor'un çekiciliğini de arttırıyor. 'Bu, Ray'ı çok çekici hale getiriyor.' diyor Hawley; 'Hayat tarafından iyice ezilmiş olsa da vazgeçmemiş. Bir kızla tanışıyor, hayatta hevesle beklediği bir şey oluyor. Onun pozitifl iğini hissediyorsunuz. Ewan bunu gözleriyle anlatabiliyor, onun nasıl hissettiğini gözlerinden okuyorsunuz. Gerçek yıldızlar ortada hiçbir şey yokken bile sadece yüzleriyle hikâyeyi götürebiliyorlar. Sessiz kaldıklarında bile düşüncelerini okuyabiliyorsunuz.' 'Fargo', McGregor'un aynı projede iki farklı rolü oynadığı ilk yapım değil. Rodrigo Garcia'nın düşünmeye sevk eden, deneysel fi lmi 'Last Days in the Desert'te (2015) de hem İsa'yı hem de Şeytan'ı oynadı. İşin ilginç yanı o işi de tatildeyken aldı. Görüntü yönetmeni bir arkadaşı birkaç dostunu Yucatan yarımadasındaki evine çağırmıştı ve evde boş bir oda daha vardı. McGregor da o odayı doldurmaya gitti, Garcia ile ilk defa orada tanıştı. Sonra birlikte çalışmaya karar verdiler. 'Empati gücü yüksek, diğer insanlarla ilgilenen biri olduğunu söyleyebilirim,' diyor, Garcia; 'Meraklı biri, önyargısız çalışıyor, narsist de değil. Üstelik genç görünüyor.' Son kısmı çok önemli. İsa 30'lu yaşlarda olmalı, bu yüzden Garcia başta bu rol için McGregor'u düşünmemiş. Ama tatil sonunda fi kirleri değişmiş. Bu da onu bir ikileme sokmuş. 'Tatilde tanışıp, arkadaş olup sonra da 'Filmimde oynar mısın?' demek kadar patavatsızca bir hareket düşünemezdim.' Onun yerine soruyu yapımcı sormuş, McGregor da Avustralya yolunda bir yelkenli ile giderken o kendine özgü heyecanıyla ve hevesiyle kabul etmiş. Bu küçük, ezoterik, düşük bütçeli bağımsız fi lm her açıdan büyük bir gişe başarısı yakaladı – ama McGregor fi lmi yaratıcılık açısından ilginç bulmuş aslında, bu da onun için yeterli olmuş: 'Çok güzel, şiirsel bir açılışı vardı,' diyor; 'Çölde yürüyen bir adam, kim olduğunu bilmiyoruz. Büyüleyici...' Bir ay kadar bir süre ufak proje ekibine dâhil olup Güney Kaliforniya'da gezerek çöl sahneleri çekmişler ve bazı anları fi lme almışlar. Buna bayılmış. 'Filmin yaratıcı kısmına daldı gitti, özellikle de doğaçlamaya,' diyor Garcia; 'Onun için bir karavan ayarladım, 20 dakika uzağa park ediyorduk. Bana geldi ve dedi ki 'Bak, ben o karavanı kullanmayacağım, burada ekiple birlikte kalacağım, istersen o karavanı iade et.' Düşük bir bütçemiz olduğunu biliyordu. Böylesi bir öneriyle gelen ilk aktördü.' Garcia ile McGregor yeniden tatile çıktılar. Diğer bir sürü insan gibi o da McGregor'un ışıltılı tutumundan etkilendi. Noah Hawley onun hali için 'Bir diva olmanın tam zıddı, başka insanları kendisinden daha çok düşünüyor,' diyor. Garcia ise 'Herkes gibi onun da problemleri var, ama işine büyük bir hevesle sarılıyor. Çok pratik bir adam, iş bitirici bir tavrı var. Bazı aktörler İsa'yı ve Şeytan'ı aynı anda oynasa bir krize neden olabilirdi, ama Ewan ile çalışmak böyle değildi. Dürüst olmam gerekirse, Ewan ile çalışıyorsanız ve onunla anlaşamıyorsanız, neyi yanlış yaptığınızı düşünmeniz gerekir.' Ben de artık buna inanıyorum. O gider gitmez Deus'a geri döneceğim, hipsterlerin arasına karışacağım, çünkü Ewan McGregor gibi benim de işim bitmedi ve benim için de herşey hâlâ mümkün. Hayatı seçmek gerek. Avokadolu tostu seçmek. Bu adamdan biraz olsun etkilenmemek, ilham almamak mümkün değil, hele de Bremner'in anlattığı şu hikâyeye benzer hikâyeler duyduktan sonra. 'Bunu aslında anlatmamam gerekiyor, ama 'Black Hawk Down'da aktörlerden biri insanları zıvanadan çıkarıyordu, anlıyor musun? Ewan da tüm ekibin önünde ayağa kalktı ve ona karşı çıktı. Bu çok hoş bir davranıştı. Bundan daha fazlasını söyleyemem ama inanın, o bir prens. Bunu rahatça söyleyebilirim. Sözünü tutar, cömerttir ve bir şeyler yolunda gitmiyorsa doğru bildiğini korkmadan söyler. Bunu Twitter hesabında da görebilirsiniz. Konuşmaktan korkmuyor.' Ona kendi işine bakmasını söyleyen bir iç sesi yok gibi. Şimdi, diyor, sessiz kalma zamanı değil: 'Olup bitenler hoşuma gitmiyor, bu sağa kayış, ırkçılıktaki bu artış!' Bir süre sesi ve öfkesi yükseliyor. Buna saatlerce devam edebileceğini hissediyorsunuz. UNICEF elçisi olarak sığınmacılar konusu onu özellikle öfkelendiriyor. 'Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı, insanları sığınmacıları reddetmek konusunda cesaretlendiriyor, o yüzden bence bir sorumluluğumuz var. Hepimiz dâhil olmalıyız. Bugün evinden ayrılmak zorunda kalmış 65 milyon insan var. 'Boş ver yahu,' diyemeyiz. Evet, diyemeyiz.' Yeşil kartı var, vergilerini ödüyor, 'Trump hakkında istediğim kadar konuşabilirim.' diyor. Ayrıca uzun süredir Los Angeles'ta oturuyor. Buraya 2008'de taşındı ve çocukları okula gittiği için buradan ayrılmaya da niyeti yok. Burayı seviyor. Brentwood, ona bir yönüyle Crieff'i hatırlatıyor; mesela komşuların aniden kapıda belirmesiyle. Kanyon hayatı biraz daha kırsal ve uzak. Elbette Los Angeles tam bir motosiklet eyaleti. Ayrıca sahilde koşmayı da seviyor, bu da başka bir hobisi. Jonny Lee Miller ona ultra-maraton koşmayı, 40 dakika yerine nasıl 90 dakika koşabileceğini de öğretmiş, şimdi haftada beş defa yaklaşık 10 km koşuyor. Birkaç günde bir boks antrenmanına gidiyor. 'Herhangi bir salona da gidebilirdim ama biraz çekiniyorum. Yüzüme vurmamaları lazım!' diyor. Günün en sevdiği kısmı ise okula yetişmek, kızlarını atmışlı yıllardan kalma Rolls-Royce Silver Cloud II ile okula götürüyor. 'Bu, Johnny Depp'in 'Mortdecai' fi lminde sürdüğü otomobil. Shepperton Stüdyoları'nda bu otomobilin içinde o kadar çok zaman geçirdim ki otomobile âşık oldum. O yüzden satın alıp eve getirdim. Bugünlerde McGregor'un hayatı böyle. Eksiksiz bir adam. Ailesi, başarıları, yaratıcılığı ile zengin bir hayatı var; arkadaşları ve iş arkadaşları ile tatile gidiyor, güneş arkasında batarken sahilde koşuyor. Dünya kötüye gidiyor ve o yaşlanıyor olabilir, hiçbirimiz gençleşmiyoruz neticede, ama o pek de yaşlanıyor gibi gözükmüyor. O devam ediyor, hep devam ediyor. Şimdi nereye Ewan? 'Fargo'nun çekimleri yakında bitecek. Sonra Drake Doremus'un çektiği 'Zoe' adlı bir aşk fi lminde oynayacak. Ama bunun haricinde yeni fi kirlere açık. Doğru projeyi bulursa yeniden yönetmenlik yapabilir. Oyunculuk da yapacak kesinlikle, o mavi gözlerini ufka dikmiş sürekli arıyor. Aslında istediği şey iyi insanlarla çalışmak. Ridley Scott, Woody Allen, Tim Burton ve Roman Polanski gibi insanlarla zaten çalıştı ve kendisini bu konuda şanslı hissediyor. Ama istekler listesinde bazı başka isimler de var. Örneğin HBO dizisi 'The Young Pope'u yaratan İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino. 'Sorun şu ki İtalyanca bilmiyorum. Belki dilsiz bir rol olur. Sorrentino, beni duyuyorsan...' Ama listesinin en üstünde Danny Boyle var, ilk ve favori yönetmeni. Birlikte bir geçmişleri var ve evet, bu isteğin nostaljik bir yanı da bulunuyor: 'Bence yıllar önce beni o tanımladı. O fi lmler benim kimliğimin bir parçası olarak kalacak her zaman. Ayrıca o en iyisi... Kimse onun gibi benim tüm potansiyelimi ortaya çıkarmamı sağlayamıyor.' Uzun yıllar uzak kaldıktan sonra 'Trainspotting' çetesi yeniden iletişime geçmiş; beş kişilik e-postalar dönüyor sürekli. Bundan da bir şeyler çıkacağından emin. Hiçbir şey olmazsa on sene sonra 'T3'ü çekebilirler!