Kimseye söylemeyin ama Christian Bale bu aralar çok eğleniyor

Esquire Türkiye Ocak sayısıyla yine dopdolu...

Giriş Tarihi: 29.12.2014 10:15

HALK NEZDİNDE CİDDİ, GERGİN VE SİNİRLİ BİR ADAM

İMAJI OLABİLİR AMA İŞİN ASLI ŞU Kİ O, ŞİMDİLERDE

RIDLEY SCOTT'IN YENİ FİLMİNİN YILDIZI OLARAK

HAKKINDAKİ TÜM ÖNYARGILARI TAMAMEN YIKMAYA

HAZIRLANIYOR.

RÖPORTAJ JOHNNY DAVIS

FOTOĞRAFLAR PEGGY SIROTA

DERLEME TOGAN NOYAN

Los Angeles'taki 20th Century Fox Studios'un içinde yer alan bir sinemadayız. Beyaz perdeden Ridley Scott'ın yeni filminden kesitler yansıtıyorlar ama bir kadın da aynı anda filmle ilgili tanıtıcı bir konuşma yapıyor. Yani, gözünüz perdede, kulağınız kadında. 'Exodus: Gods And Kings (Göç: Tanrılar ve Krallar)' adlı bu film, konu olarak, Mısır'daki pirametlerin yapımında köle gibi çalıştırılan İbraniler'in sesi olan Hz. Musa'nın hayatındaki dönüm noktalarını işliyor. Film, Scott'ın şimdiye kadarki en yüksek bütçeli filmi. Ayrıca, destansı ve dramatik yönü ağır basan bir yapım olması nedeniyle de ünlü yönetmen için bir ilk niteliği taşıyor. Hazır bütçenin büyüklüğüne değinmişken, biraz detay verelim: Sahnelerin gerçeklik hissini arttırması için muazzam büyüklükte ve şaşalı bir görünüme sahip olan yapılar inşa edilmiş. Savaş sahneleri en ince ayrıntılarına kadar nakış gibi işlenmiş ve büyüleyici görüntülerin ortaya çıkması için bilgisayar destekli binlerce detay filmin içine yerleştirilmiş. Tabii bu büyüleyici ayrıntılara, Kızıl Deniz'in ortadan ikiye ayrılması da dahil. Ya oyuncular? Ben Kingsley, Sigourney Weaver ve Avustralyalı aktör Joel Edgerton, filmde adeta döktürmüş. Sadece Edgerton'ın firavun rolündeki oyunculuğu biraz sıkıntılı bulunabilir zira o, filmin pek çok sahnesinde, 'Mısırlı Tanrı' olmayı pek kabullenememiş gibi hareket etmiş.

Hz. Musa rolüne gelince… Christian Bale, attığı her adımda âdeta büyümüş. Gerçekten muazzam bir performans sergilemiş. Filmde onu izlerken, aklınıza 2004 yapımı 'The Machinist'in ve 2010'da vizyona giren 'The Fighter'ın parmak ısırtan oyunculuk performanslarının sahibi gelebilir. Hatta 'The Dark Knight' da dahil olmak üzere 'Batman' serisinin son dönemdeki nefis bölümlerinden kesitler gözünüzün önünden geçebilir. 'American Hustle'a hiç girmiyorum bile. 70'lerin atmosferi ve Irving Rosenfeld rolündeki Bale… Veya 'Terminator Salvation' ve John Connor mı demek lazım? İşte tüm bu büyüleyici performanslar, Bale'in son filminin referansı niteliğinde.

1974 yılında Güney Galler, Pembrokeshire'da doğan Christian Bale; şimdilerde bir Amerikan vatandaşı. Bohem bir çevrede büyüyen Bale, henüz 13'ündeyken de ünlüydü aslında. Steven Spielberg'in 'Empire of The Sun (1987)' filmini hatırlarsanız, ne demek istediğimizi anlayabilirsiniz. Hani o Jim Graham rolündeki çocuk… Oynadığı filmleri şöyle bir gözünüzün önünden geçirdiğinizde ya da küçük bir araştırmayla kendinize hatırlattığınızda, Bale'in rastgele ve sıradan işlerin içinde yer almadığını görebilirsiniz. Bu, biraz şans biraz yetenek; en çok da yine yetenek işi. Keza 'American Hustle'ın yardımcı kadın oyuncusu Jennifer Lawrence, Esquire'a özel, Bale hakkında şöyle diyor: "Christian'la aynı filmde rol almak ve ona karşı oynamak, kariyerimin en önemli deneyimlerinden biriydi. Oyunculuğumun gelişmesinde, onun payı büyüktür." Lawrence'ın sözleri bunlarla sınırlı değil. Güzel oyuncu, sözlerine şöyle devam ediyor: "Gerçekten de ondan çok şey öğrendim. Oyunculuk adına yaptığım her ne ise, onun karşısına geçince değişti ve gelişti. Kameralar hazır olduğunda, o da tüm benliğinle hazır oluyor. Onun adına her şey yerli yerinde; içinizden, oturup sadece onu izleyesiniz geliyor. O an, gerçek olmayan, sahte herhangi bir şey yok gibi. Oysa bir oyun bu; gerçekliğin her an sorgulanabileceği bir platform."

'The Fighter' ve 'American Hustle' filmlerinin diğer yıldız oyuncusu Amy Adams da Lawrence'den farklı bir şey söylemiyor: "Bale'in oyuna kendini adaması ve kattığı yorum, eşsiz denebilecek seviyede. Zira iki filmde de iki bambaşka kişi vardı. Ama her zaman, Christian Bale'in ruhunu bir yerlerde hissediyordunuz!"

Sırada, Werner Herzog var. 2006 çevrimi, Vietnam Savaşı'nı konu edinen 'Rescue Dawn' filminin yönetmeni Herzog, Bale hakkında şöyle diyor: "Kendisiyle unutulmaz bir film deneyimi yaşamıştım. O, rolü için yaklaşık 30 kilo vermişti. Bu da bir bakıma fedakârlığının ağırlığıydı. Bale, tanıyabileceğiniz en özenli ve gayretli oyunculardan biridir."

'American Hustle' ve 'The Fighter'ın yönetmeni David O Russel da, mevzu Christian Bale olunca, konuşmaktan kaçınmayanlardan: "O; meraklı, hassas ve duygusal biri. Her şeyden önce, içinde insan sevgisi barındıran, bu sevgiyi dışa vururken asla ayırt edici olmayan bir adam. Onunla tekrar çalışır mıyım? Evet!"

"Göç: Tanrılar ve Krallar" filminin medya tanıtım gününe dönelim. Filmle ilgili küçük kesitler ve kısa konuşmalar bittikten sonra, sahne sırası Christian Bale'e geliyor. Bale, kısa röportajlar vermek için sahnede. O an, etrafı bir soru yağmuru alıyor. Filmin cast çalışmalarından filmdeki Eski Mısır medeniyetine has kıyafet ve aksesuarlara kadar pek çok soru var. Tüm soruları, es geçmeden ama kısaca yanıtlıyor, ünlü oyuncu. O an belki de bir tek ben soru sormadım. Zira sormaya hiç niyetlenmedim desem yeridir. Hatta istifimi bozmadan, keyifle izledim olan biteni. Nasıl olsa Bale, yarın sadece bana kalacak!

Ertesi gün, Christian Bale ile buluşmak için yola çıkıyor, saat 08:45'te de buluşma yerine varıyorum. Mekân, bir Meksika restoranı. Hollywood'un o meşhur alışveriş caddesinden tam 45 dakika uzaklıkta yer alan mekâna Bale, tam da sözleştiğimiz saatte, pick-up tarzı aracıyla geliyor.

Kahvaltı saati! Christian Bale'in siparişi gayet doyurucu: Tarçın ve şekerli kahve, pirinçli omlet ve yine yerel bir Meksika yiyeceğinin yanında servis edilen pirinç öbeği. Bu arada, hesabı ödemeye çalışıyor ama bu çabasında asla başarılı olamıyor. Cüzdanındaki çok sayıda kredi kartından birini uzatmak üzereyken araya giriyorum; yağma yok!

Kahvaltı masasında, çok sayıda leziz yiyecek eşliğinde karnımızı bir güzel doyuruyoruz. Sıra, asıl meselede. Röportaj vakti…

Röportajın tamamını Esquire Ocak 2015 sayısında okuyabilirsiniz.

MODA EDİTÖRÜ Jeanne Yang

FOTOĞRAF ASİSTANLARI Paolo Alfante, Jules Bates

IŞIK Wade Brands

DİJİTAL Sean Kiel

MODA EDİTÖRÜ ASİSTANI Sara Moller

SAÇ VE MAKYAJ Diana Schmidtke / Something Artists

PRODÜKSİYON Steve Bauerfeind

SANATIN 'GERİLLA RESSAMI': BANKSY

YAZI ÖZGE DİNÇ

Kapitalizme, yüceleştirilmiş sanata ve tüketim çılgınlığına karşı bir sokak sanatçısı, ünsüz olmayı seçtikçe daha da ünlü oldu. Dolayısıyla akla da yeni bir soru da getirdi: Bugünün sanatı sokaklarda mı icra edilmeli? Konumuz, geçmişten bugüne, bildiğimiz ya da belki de hakkında hiç bilmediklerimizle Banksy…

Daha sosyal medyadan bihaberken ünlüler ünlüydü, ünsüzler de seyirci. Sosyal medyanın hayatımızın tam ortasına girmesiyle birlikte hepimiz bir parça ünlü olduk; çünkü şartlarımız eşitlenmişti ve o mecra da kendi meşhurlarını yaratmıştı. Büyük şirketler milyon dolar verecekleri isimlerden ziyade izleyici kitlesini daha çabuk etkileyecek sosyal medya ünlüleriyle kampanyalar düzenlemeye, sosyal medya için ajanslarla çalışmaya başladı. Anladığımız şeylerden biri büyük çoğunluğun ucundan kıyısından ünlü olmak istiyor oluşu, bir gazeteci doğru bir tanımla 'ünlü açı dünya' diye tanımlamıştı bu durumu.

Böyle bir çağda, mesajını bir bakışta etkileyebilecek açıklıkta veren çalışmalarını şehrin her yanına, 'yasadışı' şekilde bırakan ve kendisi asla görünmeyen birisinin giderek dünyanın en ünlü sanatçılarından biri haline gelmesi şaşırtıcı değildi. Bahsettiğimiz isim, çok iyi bildiğimiz, ama aynı zamanda hiç bilmediğimiz biri: Banksy.

Bundan 10 küsur yıl önce Bristol'un duvarlarına yaptığı cesur graffitilerle (Graffittiyle 'cesur'un yan yana kullanılması bir tekrar ve anlatım bozukluğu bile olabilir.) önce merak uyandırdı. 'Mona Lisa'yı elinde roketatarla, polisleri öpüşürken çiziyordu. Kafasına televizyon çizdiği insanlarla, her gün sıradan işleri sürdürürken "Hayallerini Takip Et!" diyenlerle alay ediyor, küçük bir kızın askerin üzerini aradığı resimler yapıyordu. Birleşik Krallık bayraklarını diken Asyalı çocuk işçiden sonra Diana'nın ölümünün yedinci yılında Kraliçe yerine Prenses Diana'nın fotoğrafını bastığı elli adet sahte on poundla ve Kraliçe'yi şempanze olarak çizmesiyle daha da ünlendi.

Kendisine 'gerilla ressam' diyor, sanat yerine vandalizm kelimesini kullanmaktan hoşlanıyor, modern sanatın rezalet olduğunu, ayrıcalıklı kimseler için bir tatil evine dönüştüğünü söylüyordu. Sanatın müzelerden sokağa inmesi gerektiğini savunurken, tabloların müzelerde yüce bir nesne gibi sunulmasına tepki göstermek için emekli kılığına girdi, eserlerini gizlice dünyanın en ünlü müzelerinden Brooklyn Müzesi, Metropolitan Sanat Müzesi ve Modern Sanat Müzesi'ne koydu. Graffitileri Metropolitan Müzesi'nde hemen fark edildi, ancak diğer müzelerde o haber verene dek kimse farkına varmadı. Bunu niye yaptığını soranlara, "Bunlar oralarda bulunabilecek kadar iyiler, neden beklemem gerektiğini anlamadım." diye yanıt verdi.

Bansky, ilgi uyandırdıkça çizmeye devam etti. Londra Doğal Tarih Müzesi'ne sırtında sırt çantası, gümüş zincir ve güneş gözlüğü takan doldurulmuş ölü bir fare çizdi.

Gazetelerde sık sık, yakalandığıyla ilgili haberler çıkıyordu. Aslında tam anlamıyla gizlendiği söylenemezdi de. Yalnızca görünmek istemiyordu. Gerçek adı Robin Gunningham, özel okulda okumuş, kasap bir babanın ve ev hanımı bir annenin oğlu (Romantik çizimlerinden ötürü kadın olduğunu düşünenler de az değil.). Okul pek ona göre değilmiş, ilk graffitisini 14 yaşında çizmiş, hatta 'Banksy' olmadan önce, grafitti çizdiği için hapse girmişliği de var.

Bunların hepsi doğru olabileceği gibi tamamen yanlış da olabilir. Nitekim Banksy, Guardian'ın röportörünün "Senin Banksy olduğunu nereden bilebilirim?" sorusuna "Bilemezsin." diye yanıt vermişti…

Kendisini en iyi ifade ettiği yerin duvarlar olduğuna şüphe yok. Duvarların birisini vurmak için en büyük silah olduğunu, graffitinin kendisini daha iyi hissetmesini sağladığını söylüyor. Ona tepki gösterenlerin sayısı da az değil. Cesurluğu kimileri için bu kadar rahatsız edici olmasına rağmen neden bir türlü yakalanmadığını sorgulayıp onun devlet eliyle tutulduğunu söyleyenler var.

ŞIKLIKTA AKSESUAR FARKI

Kara kışta stil sahibi olarak kalmak çok zor, diye düşünüyorsanız oldukça yanıldığınızı söyleyebiliriz. Kısacası havalar nasıl olursa olsun, siz şık kalmanın yolunu bir şekilde bulabilirsiniz. Dolayısıyla dışarıda hava şartları nasıl olursa olsun sizin havanız yerinde olsun dedik ve atkı, bere ve eldiven üçlüsü ile hayatta kalmak için değil stil sahibi olmanız için ipuçları hazırladık!

STİL EDİTÖRLERİ GAMZE BİRAN & SERAP ALP

FOTOĞRAF ARDA GÜLDOĞAN

TAKIM ELBİSELER RENKLENİYOR

Yelekli takım elbisenizi giydiniz ama hava ziyadesiyle soğuk, yapacağınız ilk hareket ince kaşmir karışımlı tercihen düz renk ya da ekoseli bir şalı takım elbisenizin üzerinden boynunuza dolamak, ceketinizin içinden de takabilirsiniz tabii ki. Peki ya eldiven? Deri eldivenler hem sizi soğuktan koruyacak hem de şıklığınızı bozmayacaktır.

yelekli takım elbise DAMAT 990 TL, ayakkabı CAMPER 469 TL, atkı GAP 89,95 TL, eldiven DAMAT 199 TL

YELEKLERE EKSTRA ŞIKLIK

Bilmiyoruz; hava en son ne zaman bu kadar soğuk olmuştu ama biz yine de önlemimizi alalım. Bu sezon şişme yelekler hiç olmadığı kadar göz önündeydi. Kaşe montunuzun içine giyeceğiniz yelekle hem şık hem de vücut ısısını sıcak tutabilmek mümkün. Yün atkı ve yün-deri karışımlı eldivenlerle tamamlayın.

Kazak TOMMY HILFIGER 549 TL, şişme yelek TOMMY HILFIGER 519 TL, kaban BANANA REPUBLIC 899,50 TL, pantolon TOMMY HILFIGER 329 TL, atkı TOMMY HILFIGER 169 TL, eldiven BANANA REPUBLIC 199,50 TL, çorap BANANA REPUBLIC 25 TL, ayakkabı CAMPER 489 TL

RENKLİ VE SPOR

Baltalar elimizde, uzun ip belimizde! Kışın en rahat ve en sıcak tutan giysisini parka ilan ettikten sonra onu tamamlamak için ekose gömlek ve desenli kazakları kullanabilirsiniz. Renkli atkı, yün eldivenler, jean ve bot! Rahat ve stil sahibi görünmek için hazırsınız!

gömlek BANANA REPUBLIC 189,50 TL, kazak GAP 169,65 TL, mont BANANA REPUBLIC 749,50 TL, pantolon BANANA REPUBLIC 169,50 TL, atkı GAP 109,50 TL, bere GAP 49,95 TL, eldiven GAP 59,95 TL, bot CAMPER 539 TL

PROFİL

TOLGA AKYILDIZ

MARION COTILLARD

"AŞK İÇİNDE DEĞİLDİR, SENİ SARMALAR."

"Küçük kız gözlerinden kaptığı mikrop nedeniyle kör olma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Anne ve babası sokaklarda cambazlık, şarkıcılık yaparak çalıştığından ona bakamıyorlardı. Bu nedenle küçük kızı tanıdıkları bir genelev patronuna teslim ettiler; genelevde, patron ve çalışan kadınlarla birlikte yaşıyordu. Sonunda gözleri iyileşti. Babası iyileşir iyileşmez aldı onu. Ancak bu kez kız için sokak günleri başlayacaktı. 14 yaşına geldiğinde babası tarafından cambazlığa zorlandı. Cambazlık yapamayınca da tek bildiği şarkı olan Fransa Milli Marşı'nı söylemeye başladı kaldırımlarda. O günden sonra 'Kaldırım Serçesi' lakabıyla yıllar boyunca şarkı söyleyecek o küçük kızın; yani Edith Piaf'ın; zorlu, acılı ancak efsaneye dönüşecek müzik hayatı böylece başlamış olacaktı…"

Marion Cotillard; başrolünü oynadığı ve Fransa'nın ulusal gururlarından biri olan 'Kaldırım Serçesi Edith Piaf'ın yaşam öyküsünü beyazperdeye aktaran 'La Mome' filmiyle; Bafta, Altın Küre ve Oscar'ı aldığında bir aktris olarak başarısını çoktan kanıtlamıştı.

1994 yılında, 19 yaşındayken ilk filmi 'L'histoire Du Garçon Qui Voulait Qu'on L'embrass'ı çevirdi. O sıralarda 'Highlander' ve 'Extreme Limits' adlı dizilerde boy göstermiş; ilgi çekmişti. 1996'da ilk başrolünü bir televizyon filmi olan 'Chloe'de oynadı. Bundan bir yıl sonra da ilk ödülünü bir kısa filmle, 'Affaire Classe'yle aldı.

1998-2003 arasında çekilen üç filmlik 'Taxi' serisi Fransa'daki ününü perçinledi. Ancak hayatının dönüm noktalarından biri denilecek 2003 yılı Cotillard'a yeni başarılar getirecekti.

Aynı yıl, gençliğin verdiği coşku ve cesaretle bir karar aldı Cotillard. Sinemayı bırakacak ve hayatının geri kalanında Greenpeace yararına çalışacaktı. Bu kararı menajerine söyledi. Menajer deneyimliydi. Marion'a; "Tamam sinemayı bırakmak isteyebilirsin, bunu anlayışla karşılarım. Ama yapman gereken önemli bir toplantı var. Onu yaptıktan sonra bırakırsın. Son bir toplantı…" dedi.

O toplantı, dahi yönetmen Tim Burton'la yapılacaktı. Toplantı sonunda Marion'un kafasındaki soru işaretleri birer birer uçmuş; Burton ona yapmak istedikleri konusunda ışık tutmuştu. Burton'ın yönetmenliğinde 'Big Fish'i çektiler. Bu Marion Cotillard'ın ilk Hollywood filmi olacaktı. Ama sonuncu değil. Tim Burton, Marion Cotillard'ın hayata bakışını değiştirmişti…

………………………….

Marion Cotillard, kendi hayatına saygı duyuyor her şeyden önce. Kendi hayatına bu kadar saygı duymasının kaynağı ise; bu dünyaya ve üzerindeki canlılara hissettiği sevgi. O bir ekolojist ve kendini Paris'te zincirleyecek kadar keskin bir Greenpeace aktivisti. "Dünyayı koruma içgüdüm başta anneannem olmak üzere ailemden geliyor. Şu hayattaki en önemli şey; saygı. Kendine, sevdiklerine, yaşadığın yere saygı duymak zorundasın. Tutum ve davranışlarınla etrafındaki kişi ve şeylere etki ettiğini fark etmek zorundasın. Ben bunları küçük yaşta öğrenme şansına eriştim. Şehir hayatı içinde birçok değerli şeyi çok hızlı tüketiyoruz. Köy hayatını bildiğim için Paris'e geldiğimde başlangıçta çok zorlanmıştım. Daha sonra kendim için bir yöntem geliştirdim. Uzun yıllardır organik ve saf bir hayat sürmeye gayret ediyorum. Çocuğumu da öyle yetiştiriyorum. 10 yıl önce bu düşüncelerimi duyanlar anormal olduğumu düşünüyordu. Neyse ki bugün bu konudaki farkındalık gelişti. Artık benim peynir yapıp hayvanlarla ve elektrikten mahrum şekilde yaşamak isteyen bir hippi olmadığımı anladılar. Ben farklı bir güzellik anlayışı ile yetiştirildim. Bana göre güzellik içten gelmez. Dışardan bir yerden gelip seni sarmalar. Çevreni yani dünyayı güzelleştireceksin ki; güzelleşesin… "

Marion Cotillard; Greta Garbo'ya özenirmiş ancak hiç Garbo olmak istememiş. O daha çok Charlie Chaplin ya da Peter Sellers olmanın peşindeymiş. Romy Schneider gibi biraz. Belki biraz Juliette Binoche… Bir oratoryoda canlandırdığı Jeanne D'arc'tan da izler taşıyor ruhunda.

Hayatında oyunculuk kadar önemli bir şey varsa o da müzik. Klibinde de oynadığı David Bowie'nin, Janis Joplin'in, Rolling Stones'un, Otis Redding'in, Radiohead'ın, Beatles'ın ve Elvis'in hayranı. Gitar, bas ve tamburin çalıyor. Müthiş şarkı söylüyor. 'La Mome'da bu denli büyük başarı kazanmasının sırrı da bu galiba… Şarkı söyleyemeyen birinin içinde bir Edith Piaf yaşatması mümkün değil.

200'ü aşkın derginin kapağında yer almış, Dior'un yüzü olmuş, seksi, akıllı, güzel bir anne… 40'larına merdiven dayamış kendini bulmuş olgun bir kadın… Biliyoruz ki 2015'te 'Lady Macbeth'i oynadığında hayranlığımız daha da artacak. Daha sonraki yıllarda, bu olgun çağında oynayacağı tüm rollerde de…

Ama Marion Cotillard'a âşık olmak için şimdiden bolca sebep var elimizde… Aşığız da zaten.

Yazının tamamı Esquire Ocak 2015 sayısında.

Zengin olmadan zengin gibi yaşamak:

Aslında zor değil!

Entelektüel birikim, takdir edilen bir unvan, ortalamanın üstünde bir görünüm, ortak bir çevre ve anlatılacak özel hikâyeler… Tüm bu özellikler ile zengin olmadan zengin gibi yaşamak artık eskisinden daha kolay. Nasıl mı? Şimdi hazırsanız; sizi 'doğru zaman'da, 'doğru yer'de ve 'doğru kişi'lerle tanışıp zengin dostlarının hayatını yaşamaya başlayan ayrıcalıklı kişilerin dünyasına davet ediyoruz.

YAZI TÜRKAN DOĞAN

Zengin olmadan zengin gibi yaşamak... Mümkün müdür? Varlıklı kişilerle dost olup özel davetlerde boy göstermek, gecenin sonunda lüks bir araçla eve bırakılmak ya da zengin dostların imkânlarıyla 'jet-set' tatiller yapabilmek... Milyonlarca insan için bir hayalden öteye gidemeyen bu durum, aslında kimileri için son derece sıradan.

Günümüzde zengin olmadan zengin gibi yaşamak, bir nevi 'sosyal tırmanıcılık' olarak görülse de bazıları bunu varlıklı olmamalarına rağmen entelektüel sermayeleri, bulundukları çevre, sahip oldukları gusto ya da karşı cins üzerindeki auralarıyla başarabiliyor. Yani aslında onlar entelektüel birikimlerini zengin kişilerle paylaşıyor, zenginler de onlara çevrelerini açıyor. Peki, ama bu nasıl mümkün olabiliyor?

İsmini açıklamak istemeyen ünlü bir sanatçı, kendisinin de Türkiye'nin en zengin ailelerine mensup kişilerle arkadaş olduğunu, ama bunu yapmak için herhangi bir çaba harcamadığını söylüyor: "Çok zengin dostlarımı düşündüğümde öncelikle onlarla vakti zamanında aynı çevrede bulunmuşumdur, yani ortak bir geçmişimiz vardır. Gençliklerimiz birbirimizden habersiz bir şekilde birbirine temas etmiştir. Bunu tanıştığımızda yaptığımız sohbetlerde anlarız ve geçmiş hakkında konuşuruz. Aynı yerlerde tatil yapıp aynı restoranda yemek yemişizdir bir şekilde. Ya da ortak tanıdıklarımız vardır. Karşı taraf, sizin kendisiyle aynı dünyadan olduğunuzu düşünür böyle durumlarda. Ancak burada önemli olan unsur, karşı tarafın sizi yaptığınız işten dolayı takdir etmesi. Ve de arkadaşlık yaptığınız süre boyunca her ne kadar zengin olmasanız da onların yaşam tarzına hitap edecek bir yaşantı sürmeniz gerekir. Sizinle oturup konuşabilmeli, sohbet edebilmeli. Günün sonunda kendini size yakın hissedebilmeli."

İnternet'te, bir soru-cevap blog'unda karşımıza çıkan, anlattıklarıyla 'Yetenekli Bay Ripley'e şapka çıkarttırabilecek kişi de ünlü sanatçıyı doğrular nitelikte. Ekonomik durumunun kötü olmadığını, ancak bahsettiği arkadaşları kadar da zengin olmadığını anlatan kişi, "Çok zengin arkadaşlarımın yanında kendimi kötü hissetmiyorum. Çünkü benim de para dışında anlatacak hikâyelerim var. Ekonomik durumum kötü değil, ama bahsettiğim arkadaşlarım gibi de zengin değilim. Dış görünüş olarak dikkat çeken biriyim, bir kafeye ya da kulübe girdiğimde hemen dikkat çekiyorum, bu durum arkadaşım için de bir artı. Onun kırmızı BMW'si olabilir ancak benim de fiziksel artılarım var. Birlikte bir yere gittiğimizde her anlamda dikkat çekiyoruz. Bir de şu var; vakti zamanında dayım çok zengindi. Bu yüzden o çevreye çok rahat uyum sağlayabiliyorum. Para dışında her bakımdan onlarla eşit durumdayım, hatta bazı durumlarda onlardan üstün olduğum durumlar bile var."…

Yazının tamamı Esquire Ocak 2015 sayısında…

BİZE ULAŞIN