Başka bir adam: Engin Günaydın
Engin Günaydın, sıradan olmak için gizlenmeye çalışırken spot ışıkları altında kaldı...
- Bu Ay Dergide
- Pazartesi 12:09 | 29 Ocak 2018
Yazı: Özge Dinç
Fotoğraflar: Mehmet Erzincan
Moda Editörü: Duygu Altıparmak
Röportajdayken kapak çekimine nazaran rahattı. Bense gergindim. Çünkü birisiyle röportaja gittiğinizde az çok bir fikriniz olur ve gardınızı ona göre alırsınız, ancak Engin Günaydın'a giderken neyle karşılaşacağınızı bilmeniz güç. Acaba karşımda 'Yeraltı'nın beceriksiz- başarısız Muharrem'ini mi göreceğim, 'Vavien'in anti-kahraman Celal'ini mi, 'Avrupa Yakası'nın antipatik Burhan Altıntop'unu mu, 'Bir Demet Tiyatro'nun Zabıta İrfan'ını mı, takıntılı Galip Derviş'i mi, 'İçimdeki Ses'in kendinden mustarip Selim'ini mi, yoksa yeni filmi 'Aile Arasında'nın endişeli ve sevimli Fikret'ini mi? Belki başka bir oyuncuyu oynadığı karakterlerle özdeşleştirmezsiniz ama Engin Günaydın'a bakınca insan oynadığı her karakteri 'o' zannediyor. Çünkü kendisine benzeyen rolleri kabul ettiği için hepsi aslında o zaten.
Onda bir tılsım olduğunu kabul edelim: Engin Günaydın'ın girdiği sahnede başka birini izlemek güç; onun o 'tuhaflığı' ve özgünlüğü alışmadığımız bir şey olduğu için gözümüzü ondan alamıyoruz. Kendi filminin galasına çekinerek giden bir adam, bütün kusurlarını ortaya döken ve ne sorsanız kıvırmadan abartmadan cevap veren bir oyuncu… Röportaj yapmak için hem çok kolay hem çok zor biri. Siz de çekingenseniz karşılıklı gerilebilir ya da gözlerinizin içine bakıp iyi dinlediğinden kendinizi derdinizi ona anlatırken bulabilirsiniz. Ama iki türlü de montunuzu giyip çıkarken aynı cümleyi kuracaksınızdır: "Başka bir adam."
Günaydın'ın Cihangir'deki, emlakçı deyişiyle 'full deniz manzaralı' evindeyiz. Bana ilk sözü "Bira var, ister misin?" oluyor. Evde, bütün çekingen insanlar gibi, başta fazla nezaketliyiz. Öyle ki balkonda üşüse de rahatımı bozmamak için içeri girme teklifinde bulunmuyor bile.
Çekimdeki ultra şık erkeğin kıyafetlerini sorarak giriyorum söze: "Onları gerçekte giyer miydiniz?" "Yok, giymem," diye cevap veriyor. "Bazı kıyafetler sana bir kişilik belirler, ona göre hareket etmek zorundasındır. Kıyafeti para verip alıyorsun ama sanki o seni satın alıyor gibi bir şey oluyor; bu durumdan hoşlanmıyorum. Hep 'Gümrükte mal kaldı, borsa ne oldu?' gibi şeyler söyleyesim geliyor."
Herkesin bunu sizin kadar sorguladığını zannetmiyorum, diyorum. "Ben kendim dışımda hareket etmek istemiyorum," diye yanıtlıyor. "En sevdiğim tarafım, kendime yakın olabilmek. Beni kendimden uzaklaştıran bir koltuk bile beni rahatsız ediyor. Çünkü kendimle olduğum zaman daha rahat konuşabiliyorum. Bu yaşıma kadar hep özgür olmak için çaba gösterdim, bir gömlek de almasın özgürlüğümü."
Son filmi 'Aile Arasında' vesilesiyle buradayım. Biz filmi ekipçe izledik. Kendisi de 7-8 defa izlemiş. Filmin parlak bir dünyası olduğunu düşünüyor, bu dünya hoşuna gitmiş. Özellikle de filme giden 3 milyon kişinin ilgisi. Gülse Birsel ona filmin özetini anlattığında "Bu işi yapalım!" demiş. 'Avrupa Yakası'nı da düşünerek, "Gülse Birsel'den teklif geldiğinde daha kolay mı kabul ediyorsunuz?" diyorum, dürüstçe cevaplıyor: "Her zaman değil. Gülse kafasını netleştirdiğinde çok iyi oluyor, ama bazen kafası karışıyor. Daha önce kafası karışık bir senaryo yazdı mesela; onun içinde olmak istemedim. Ama bu hikâye netti."
Terk edilen elektrikçi Fikret'in ve şarkıcı Solmaz'ın beklenmedik ikinci baharını anlatan filmde; Fikret, kız istenirken ailenin babası gibi davranmak zorunda kalıyor, yalan söylediği için saçmalıyor, her şeyi yerle bir ediyordu. "Siz böyle bir yalan söylemek zorunda kalsanız ne yapardınız?" diye soruyorum; "Fikret'ten çok farklı olacağımı zannetmiyorum," diyor. "Bu tip şeyler, çok fazla olumsuz yanlarını ön plana çıkaracağım için beni korkutur. Böyle bir durumda günlerce uyuyamayabilirdim. Ama pembe bir yalan olduğu için ben de yardım ederdim."
Kolay yalan söyleyip söyleyemediğini soruyorum, "Açık olmayı tercih ederim," diyor. "Çünkü yalan, ilişkileri çetrefil hale getiren bir şey." Peki, zor durumda kalsa bile doğruyu söyleyenlerden midir? "Evet, öyle yaptım. Doğruyu söyledim."
Mesela, diyorum, hiç sevgiliniz "Beni aldattın mı?" dediğinde "Evet, aldattım." dediniz mi? "Oldu, öyle bir şey söyledim," diyor. Peki, ne demiştir sizce? "Ben onu sana söylememiş miydim gibi bir şeye bağladım. Tabii ilişki bitti."
Engin Günaydın, ortaokulun sonuna kadar Tokat'ta yaşamış; oradan ayrıldıktan sonra da bağları kopmamış. Kendisi gün ağardıktan hemen sonra evden çıkan ve akşam eve dönen, yemek yerken uyuyakalan bir çocukmuş. "Yemek yemeyi çok severdim. Dombiliydim," diyor. Çocukluğundaki Tokat'ı soruyorum. "Yıldızlı bir dünyaydı," diye anlatıyor. "Sonra 12 Eylül geldi, her şey darmadağın oldu."
Günaydın, üçüncü film senaryosu 'Ağlamak Yok'ta da bu konuyu işliyor. 12 Eylül üzerinden babasını ve kendi ailesini anlatmak istiyor. Bu filmin büyük bir prodüksiyon olması gerektiği fikrinde. 12 Eylül'ün neden onu çok etkilediğini soruyorum; 1980 darbesinde henüz sekiz yaşındaydı zira. Sarsıcı bir istatistikten söz ediyor: "Darbeden sonra ekonomi bozuldu, insanlar nerede iş bulduysa oraya taşındı. Ülkenin 3'te 2'si yer değiştirmiş; neredeyse bir göç olmuş ülke içerisinde. Bizim Tokat'ta da gidenler oldu. Bir çocuk gözüyle gördüm ve bu benim için büyük bir üzüntü oldu. Beraber oyun oynadığın arkadaşın taşınıyor. Onlar da mı gidiyor, biz nereye gidiyoruz diyorsun."
Engin Günaydın mahalle dizilerinin bu kadar sevilmesinin nedeninin de bu olabileceğini söylüyor: "O günden sonra kimse kendini bir yere ait hissedemedi. Benim yerim yurdum neresi diye sordular. O sanal mahalleleri de kendi mahallelerine benzettiler belki."
Beş kardeşin en küçüğü; 30 yeğeni var. Ailesi, Adile Naşit'e benzeyen annesi, Münir Özkul'a benzeyen babası ve kardeşleriyle Ertem Eğilmez filmlerindeki gibi bir aile. Ailede kime benzediğini soruyorum. "Hepsinden bir şey almışımdır," diye anlatıyor. "Bir abimin hakimiyet duygusu, birinin ekonomik çabası, bir abimin çapkınlığı, ablamın fedakârlığı… Sanki hepsi beni doğurmuş da, ortak bir projeymişim gibi."
Ortaokuldan sonra onu meslek edinmesi için ablasının yanına, İzmit'e göndermişler: "Okulda başarılı bir çocuktum. Darbeden sonraki çöküş aileme de zarar verdi. Sen yetişeceksin ve bu problemi çözeceksin psikolojisiyle yetiştirdiler beni. Anadolu'da birçok ailenin çocuğu da bu psikolojiyle yetişmiştir. Liseyi büyük şehirde okumamı istediler."
Aslında amacı elektrik-elektronik mühendisi olmakmış, oyunculuk aklına dahi gelmemiş: "Ailem elektrikçi olduğu için elektrik-elektronik mühendisi olmak istiyordum. Hep söylüyorlardı, imza yetkimiz yok, projeyi tamamlayamıyoruz diye. Ben de imza atacaktım işte." Ancak liselerarası tiyatro yarışmasında ödül alması ve jüri üyelerinin yönlendirmesi sonucunda Ankara Devlet Konservatuarı'na girmiş.
Aileyi kurtarsın diye gönderilen çocuk, oyuncu oldu, peki nasıl ikna edebildiniz onları diye soruyorum, devlet memuru olacağını söyleyerek ikna ettiğini söylüyor.
Okuldan sonra İstanbul'a gelmiş ve arkadaşlarıyla Fulya'ya taşınmış; burada komün hayatı yaşamışlar. İlker Aksum, Timuçin Esen, Devin Özgün Çınar… Binnur Kaya, Devin Özgün Çınar'ın arkadaşıymış. Bir akşam eve gelmiş ve bir daha gitmemiş: "Çok komik bir kızdı, işi gücü güldürmekti. Onun için bırakamadık onu."
O zamanlar beş parasızlarmış, kim para kazanıyorsa kirayı ödüyormuş. BKM açılınca kendi tabiriyle hepsi oraya "çullanmış." Binnur Kaya, Hülya Avşar'da çalışmaya başlayınca kazandığı parayı getirip havaya fırlatmış, dans etmişler. Karşı karşıyayken bu kadar iyi olmalarının ('Vavien' ve 'Avrupa Yakası'ndaki gibi) nedeninin birbirlerini çok iyi tanımaları olup olmadığını sorduğumda "Tabii," diyor, "birbirimizin çocukluğunu biliyoruz."
İlk oyunu 'Otogargara'ymış, ondan sonra da hepimizin bildiği 'Bir Demet Tiyatro'daki Zabıta İrfan rolü gelmiş. Aman, diyorum, ne kadar gıcık bir karakterdi o! Gülüyor: "Gıcık karakterleri çok seviyorum. Her şeyi yapmana olanak veriyor. İçindeki bütün gıcıklığı çıkarabilirsin."
Rahatlatıyor mu insanı, diyorum, "Tabii," diyor. "Mesela ben dedikodu yapan biri değilim, ama sahne üzerinde çok güzel dedikodu yapabilirim." Rolün çok beğenilip onu herkesin tanımaya başlamasına şaşırmış, çünkü başta niyeti başkaymış: "Oyunculuğu para kazanmak için yaptım. Yazarlıktan para kazanamıyordum."
1998 yapımı 'Dış Kapının Mandalları' dizisini o yazmıştı. Şehirde tutunmaya çalışan apartman sakinlerinin yaşadıklarını anlatan dizide kelime oyunlu, zekice espriler, tuhaf olaylar yer alıyordu. Söylediğine göre, senaristlik para getirmeyince 'Vavien'e dek kapattı kapıyı ve oyunculuğa yöneldi.
Aslında başlarda işler o kadar kolay ilerlememişti: "Korkak biriydim, heyecanlanıyordum. 'Bir Demet Tiyatro'da en çok tekrar eden adamdım. Lafları ezberleyemiyordum, evet'e hayır diyordum; bir mankafalık vardı üzerimde. Hâlâ yabancı bir yere gittiğimde üzerime o 'mallık' çöker. O alışma sürecinde bir geri zekâlı oluyorum."
Sahnede kaygısı azalacağına giderek artmış. Eskiden sahneye rahat çıktığı oluyormuş, ama artık iş ciddileştiği için anksiyeteler yaşıyor, uykusuz kalıyormuş. "Gittikçe zorlaşıyor, çünkü beklentiler artıyor, o da beni çok geriyor," diyor.
Ama diyorum, sizin olduğunuz sahnede insan başkasını izleyemiyor. Çok oyuncuda olmayan bir şey bu. "Çünkü sahne üzerinde gerçekten olurum ben," diyor. "Her şeyimle. Kasabalılıktan gelen bir şey var bende: Her iş bana verilen son işmiş gibi bir korku duyup çok çalışıyorum. 'Aile Arasında'da 'Bu son iş artık Engin,' dedim, 'senin defterini dürüyorlar.'"
Kasaba hikâyesi denince akla Türk sinemasının en güzel filmlerinden 'Vavien' geliyor. Engin Günaydın'ın senaryosunu yazdığı, Taylan Biraderler'in çektiği film, Tokat'ta geçiyordu. Engin Günaydın bildiği şeyi anlatmak istediğini açıklıyor: "Kasabalı olduğum için kasaba hikâyelerini çok seviyorum," diyor. "Şehir hikâyeleri sert geliyor bana. Şehirde yaşayan bir kızın 'Seni seviyorum,' demesi çok inandırıcı gelmiyor." Tek istisna, 'Dış Kapının Mandalları' dizisiydi; ama orada şehirde tutunmaya çalışan insanların komik öyküsünü anlatırken arkadaşlarıyla tutunma çabasını konu ediyordu aslında. 'İçimdeki Ses' de onun çok yakından bildiği Cihangir'de geçiyordu.
'Vavien'den sonra senaryoya yönelseniz sinemamız bahtlı çıkardı, diye düşündüm diyorum, yine alt metinsiz yanıtlıyor: "Doğru, ama film önümüzü açmadı. Vavien bir anahtar çeşididir, bir yerden açarsın bir yerden kapatırsın. Taylanlarla, bu anahtar kendi düşündüğümüz sinemayla ilgili güzel yerlerin anahtarı olacak diyorduk. Ama öyle bir hal oldu ki kapandı ve biz nereden açacağımızı bilemedik."
"Yapımcılar benim de böyle bir filmim olsun diyor, ama bir yandan da 'Vavien' gibi olmasın'a geliyor hikâye. Bizde film yapmak çok düşünceli bir iş. Önümüz kapalı görünüyor o tip sinemada. Ama ileride belki olur," diyor. 'Ağlamak Yok'u 'Vavien'den sonra çekmek istemiş, ama gişe istedikleri gibi olmayınca durmuşlar. 'İçimdeki Ses'teki Ahmet Kayımtu geliyor aklıma: Filmin gerçekte yapımcısı olan Kayımtu, filmde de kızların bayıldığı bir erkekti. Engin Günaydın'ın oynadığı Selim ise 'çirkinler kulübü'nün üyesiydi. Nil Karaibrahimgil'in "Hayat bazen birini seçer; biz pas deriz, söz Pelin'e geçer," dediği Pelin eğer Kayumtu'ysa o da pas diyen kişiydi yani. Sözlerini ve filmlerini bir arada düşününce Engin Günaydın'ı dikkatle izleyerek bile kızdığı, üzüldüğü şeyleri görebiliriz gibi geliyor: Elbette kara mizahla kaplanmış olarak.
Kara mizaha bayılması, herkesin tahmin edeceği bir şey zaten. "En sevdiğim yönetmen, Coen Kardeşler. Coen'lerin sinema anlatım tarzı, karakter işleyişleri ve mizaha bakışları benim için çok ilginç. Her filmlerini takip ediyorum. İlham da veriyor," diyor. "Keşke Türkiye'de olsalar; burada işleri çok kolay."
Ama yapımcı çıkmazına rağmen Türk sinemasının geleceğini çok iyi görüyor; çünkü çekilebilecek sayısız hikâye var: "Ben hikâye açısından İran ve Türk sinemasını çok güçlü görüyorum. İran sineması bunu çok zor şartlarda rahatlıkla yapıyor. Türk sinemasının rahat bir ortamda olmasına rağmen yapamaması çok saçma ama işte para olsun, para, para deniyor. Para, filmin ruhuna hiç uygun bir konu değil. Ondan dolayı da kendi sinemamız, karakterlerimiz, dünyamızla ilgili bilgi veremiyoruz. Bize ait olmasın da nereye ait olursa olsun gibi bir şey oluyor."
Film ve dizilerdeki komedi karakterlerinin aleladeliği onu çok üzüyor: "Komedi karakterlerine baksana, sanki Türk insanı saçma sapan insanlar gibi, görsen muhabbet etmezsin. Türk karakterleri de bu kadar avam ve çirkin tipler değil yani. Bir düşünceleri, felsefeleri var, hayata bir anlam yüklüyorlar. 'O kadar değil ya, bu kadar da iğrenç insanlar değiliz!' diyesim geliyor. Kara komedi için cennet gibi bir ülke burası. Karakterlerimizin derinliğini iyi anlamalıyız. Biz 'Vavien'i yaparken abiyi John Goodman oynar diyorduk. Evrensel bir durumu da var, Türk karakterlerinin. Bu gerçeği görmek gerekiyor."
Bakın 'Vavien'de çıkış noktası ne olmuş: "Biz Celal'in Sevilay'ı attığı yerde pikniğe giderdik. Orası gündüz harika, hava çöktüğünde çok korkutucu bir yerdir. Bazen dönüş için geç kalırdık ve büyük uçurumlardan dolayı korkuyla inerdik aşağı. Orayla ilgili kâbuslarım vardır. Orada abim yengeme hep 'Şuraya seni atsam kimse bulamaz,' derdi. Ben de acaba böyle bir şey olsa nasıl olur'dan çıktım yola."
'İçimdeki Ses'te ise sinema insanlarını ele almak istemiş. Cihangir insanlarının hep saçma sapan insanlarmış gibi anlatıldığını söylüyor, "Sonuçta," diyor, "ayakta kalmaya çalışıyorlar. İyi ve ucuz yemek arayan yapayalnız insanlar."
Bizim de şimdi baktığımız Cihangir'i eski bir kasabaya benzettiği için seviyor. Oradan dışarı pek çıkmıyor. Burada herkesi tanımak onu rahatlatıyor. "Bakkalı tanımam lazım; öbür türlü başka bir memleket gibi oluyor. Kasabada dükkânımız vardı, oraya giderken 4-5 yerde çay içerdim. Burası da öyle. Rahat ediyorum Cihangir'de."
Her sabah kahvaltıya çıkıyor ve simit yiyip çorba içiyor. İstanbul'daysa hiçbir plan yapamıyor, karar verene kadar saatler geçiyor ve evde oturmaya devam ediyor. Oturamıyor da aslında, annesinin "Oğlum, bir otur!" diyeceği kadar hareketli (Röportajda üç saate yakın oturabilmesi şaşırtıcı.). Foça'dayken günde 10 km yürüyor. Yürümeyi çok seviyor ve her şeyi yürürken planlıyor.
İstanbul'da ise çok rahat edemiyor; tanındığı için herkesin kapalı dolaştığı yağmurlu havaları tercih ediyor. Harbiye-Nişantaşı-Ihlamur-Beşiktaş rotasından evine dönüyor. İstanbul'daysa evde çok sıkılıyor.
"İstanbul son derece rahatsız bir şehir," diyor, "Yaşayanların huzursuzluğu yansıyor. Ondan dolayı benim iletişimim gittikçe kopuyor İstanbul'la. İzmir'i daha huzurlu buluyorum. Foça'yı özellikle; huzur abidesi." Senaryolarını Foça'da yazmış. Ancak taşınmayı yine de düşünmüyor: "Öyle radikal kararları sevmiyorum ben. İşim olduğu sürece burada oluyorum, çünkü bazen de burada olmak istiyorum. Yabancılaşmak ya da yazı yazmak istediğim zaman da Foça'ya gidiyorum. Buradan taşınayım kararını veremem."
Senaryolarını ve yazılarını kampta gibi yazıyor. "Foça'da kimse olmadığı için kaytaramıyorum. İki üç ay kapanıp yazıyorum."
En sevdiği şey, müzik dinlemek. Günde dört beş saat müzik dinliyor, ama yalnızca kendisini iyi hissettirecek türde olanları: "Ben evde tatil modundayımdır. Tatil müziklerini; Brezilya, Afrika müziklerini ya da film müziklerini dinlerim. Üzen, tribe sokan müzikleri sevmiyorum."
Her röportajında canlı müzikten bahsetmesi beni çok güldürmüştü, bunu kendisiyle de paylaşıyorum. "Canlı enstrüman beni çok etkiliyor," diyor, "Kemanı, trombonu canlı dinlemeyi severim. Orkestrası olan grupları dinlemeye gidiyorum. Onları canlı dinlemek haz veriyor. Bir de onlara bakabiliyorum."
Güldüğüm şey de bu zaten: Canlı müziği sevmesinin nedeni, sahneye bakabilmesi! Kendisi de kahkaha atıyor, bir yandan da "Ne yapayım yani?" dercesine açıklıyor: "Müzik banttan olunca nereye bakacağım ki? Bu tarafa bakamıyorsun, adam kıllanıyor benim kıza mı bakıyor diye. Oraya bakıyorsun, gay miyim diye kıllanıyor. Nereye bakacağımı şaşırıyorum. Ruh hastası bir kedi vardı. O bazen duvara bakıp kalıyordu.
Ben de bir keresinde barda kendimi o kedi gibi duvara bakarken buldum."
Alışkanlıklarına ne kadar bağlı olduğunu şuradan da anlayabiliriz: Gece hayatını ve 'canlı müziği' çok sevmesine rağmen en sevdiği yerler olan Hayal Kahvesi ve Mojo kapandığı için gece hayatı bitmiş, başka bir yere gitmeyi aklından bile geçirmemiş.
Çocukken yemeyi çok sevdiğini söylemişti; şimdi yemekle arasını soruyorum. "Yemekle aram yok," diyor. "Lezzetçi de değilim. Yemek yapmam. Çok zorda kalırsam bir iki tarifim var."
Acaba, diyorum, çocukken kilolu olduğunuz için mi uzaklaştınız yemeklerden? "Yok, kilolu olmayı sevmedim," diyor. "Daha sportif olmak hoşuma gidiyor." Yürüyüşten başka spor yapmadığını ekliyor: "Bence yürümek en iyi spor. Düşünmek onun kadar iyi bir spor. Hayal kurmak çok iyi bir spor. İnsan, beynini çalıştırdığı sürece iyi bir spor yapmış kadar efor sarf etmiş oluyor."
Sıradan olmayı önemseyen biri olarak şöhrete çok zor alışmış. İlk başta herkes ondan bahsediyor gibi gelmiş, triplere girmiş, ama sonra arkadaşlarıyla bu konuları konuşarak çözmüşler işi. Şöhretli olmak zorunda olduklarına karar vermişler, çünkü aksi takdirde yeni yapımlar için teklif almaları zor. "Kasabada dükkâna giderken dört yerde durup çay içerken şimdi bütün Türkiye kasaba gibi, diyerek çözdüm konuyu," diye anlatıyor.
Ama diyorum, ben her yere rahatça gidebiliyorum, siz hâlâ sorun yaşıyor olmalısınız. "En dip bölgelere oturuyorum," diyor. "Ama yalnız kalamıyorum. Tuvaletler en yalnız yerlerdir değil mi, orada bile fotoğraf çekilmek istiyorlar. Ya, diyorum, burası tuvalet."
'Kuyruğun en arkasındaki adam olmayı' hep vurguluyor. Yaşadığı da, istediği de bu: "Sabah simit alırken sıraya giriyorum. Engin Bey, siparişinizi alayım diyorlar, onu sevmiyorum. Normalde nasıl davranılacaksa öyle olsun istiyorum. Çünkü benim kimseye özel bir muamelem yok. Bir kafeye gittiğim zaman 'Ben geldim!' diyormuşum gibi düşünülsün istemem. Çünkü ne kadar ünlü olursam olayım kimseyi rahatsız etmeye hakkım yok ya da hiç kimse beni tanıma mecburiyetinde değil."
Çocukluğundan bu yana göze batmayı hiç istememiş. Şimdi ise göz önünde bir işi var. Bu çelişki, onun hayatını, sorgulamalarını açıklıyor.
Kimi insan her şeyi aşar geçer, diyorum, kimisi ise naiftir ve arkada kalır. Ben dün kasadayken biri önüme geçti mesela, bir saat bekledim. Sizde de oluyor mu böyle şeyler? "Ben öyle şeye küsüyorum da," diyerek yine güldürüyor beni. "Öyle bir şey olsa çekip giderim, biraz dolaşıp kendime geldikten sonra dönerim. Rahat edemeyen birisiyim. Bir keresinde içtim içtim, içimden dans etmek geldi. Kırk yılın başı yani. Kızın biri itti beni, 'Git biraz ileride dans et!' dedi. Bardan bir çıkışım var; sinirden eve yürüyerek gittim."
Seyircinin hiç gülmediği gösteri, son gösterisi olmuş. 'O Hikâyedeki Mal Benim' adlı gösterinin hiç kimse gülmediği için bitmesi kadar ironik bir şey olamaz. "Stand-up çok stresli bir iş," diye anlatıyor. "Seyirci fuayede gerilse hiçbir şeye gülmeyebilir. O gün de çok yorgundum. Seyirci bir gülmedi, iki gülmedi, üç gülmedi. Zaman o kadar geçmiyor ki. Herhalde ben bu işi yapamıyorum dedim ve bitirdim gösteriyi."
Woody Allen, bir röportajında her yıl film çekebilmesine rağmen günlük hayatta bir anahtar bile değiştiremediğini söylemişti. Engin Günaydın için de işler öyle mi merak ediyorum. "Normal hayatta ben de becerikli birisi değilim; hatta yemeğe gitme konusunda bile kararsız ve beceriksizim. En sonunda çorbaya bağlarım," diyor. "Telefonla birilerine bir şey rica etmek, hadi koçum demek bende yok. Normal hayat gerçekten zor. İşimi yapmak daha kolay."
Beceriksizliğinizi kanıtlayan bir şey var mı diyorum, "Telefon işte," diyor. "Repost bile yapamıyorum. Bu konuda amcaya dayıya filan benziyorum." Ama diyorum, Instagram'da etiket koymayı öğrenmişsiniz. "Onu filmden dolayı Gülse öğretti," diyor.
Çok dürüst konuşuyorsunuz, her şeyi anlatıyorsunuz. Baskı hissetmiyor musunuz hiç üzerinizde diye sorduğumda tatlı bir yanıtla karşılıyor: "Öyle şeyler söyledim mi ben? Bilmiyorum ki. Var mı senin kafanda?" Tabii, diyorum. "Hadi be!"
'İçimdeki Ses'te Selim karakterinin hoş bir repliği vardı: "Hayat da, insan da kusurludur; o yüzden gerçektir," diyordu. Engin Günaydın da kusurları üzerinde çok duruyor. "Ben çok kusurlu birisiyim," diyor. "Kusurlu olmaktan da memnunum. Kusursuzluk benim için bir hata. Doğruyu yaparken yanlışların yanında yöresinde dolaşmak hoşuma gidiyor. Mükemmel olmayı hiç istemedim. Mükemmel insan kimdir bilmiyorum, onunla muhabbet etmek de istemem, çünkü hayatla ilgili bilgi kusurlardan geçer. Onun için kusurlu insanları, hayatı çok seviyorum. Bana daha etli, kanlı canlı geliyor."
Kusurlarını düzeltmekle hiç uğraşmadı mı merak ediyorum: "Ne kadar düzeltmeye çalışsam da düzelmiyor. Başıma yeni kusurlar çıkartıyor," diyor. "Hayat küçük bir yorgana benziyor, bir yeri kapatsan öbür yerin açılıyor."
Hep böyle olmuş. Büyüyünce kusurlu hayattan vazgeçmek gibi bir derdi olmamış. "Ailem de çok kusurludur benim," diyor. "Bu bana komik geliyor. Çok beslendiğim bir yer. Çünkü mükemmel olan, sinemanın konusu değildir."
Bir rolü oynarken kendisini çok kaptırdığı için ruh hali de değişebiliyor. 'Yeraltı'nı oynarken psikolojisi bozulmuş. "Zaten psikolojim çok bozuktu o dönemler," diye anlatıyor. "Yerin dibine girsem, bir daha girsem dediğin dönemler olur. Bir sokak köpeğini gördüğünde kendine benzetirsin, aynı ben falan dersin. Öyle bir dönemimde o rol geldi."
Siz de ben zaten yerin altını arıyordum mu dediniz? Gülüyor: "Bir kat altına daha girebilirim dedim."
'Ağlamak Yok'a başlamasında 26 yaşındayken kaybettiği babasının ölmeden önce söylediği söz etkili olmuş. "Babam, 'Hayatım boyunca iyi bir insan olmaya çalıştım, ama size beş kuruş bile bırakamadım. Acaba iyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum,' demişti. Hiç aklımdan çıkmıyor bu üzüntüsü. Acaba toplumda bütün babalar böyle üzgün mü öldü?"
Babası yaşasaydı onunla daha farklı bir ilişki kuracağını söylüyor. 12 Eylül'de yaşananlar ve bu 'ideal baba, ideal aile' düşüncesi onun hayatında çok belirleyici olmuş: "Anadolu'da bir ideal insan, ideal anne, amca, baba rolü vardı. Zaten üzüldüğüm konu bu oldu. Ben bundan ve yaşananlardan dolayı bütün kazancımı aileme yatırdım, onlarla beraber yaşamak istedim. Eski mutluluğumuza geri dönelim; beraber yemek yiyelim, beraber çay içelim dedim. Benim aileden anladığım da bu."
'Ağlamak Yok'un senaryosu hazır. O ise şu sıralar 'Hücreler' oyunu üzerine çalışıyor. "İnsan vücudu devlet gibi," diyor. "İyi yönetilirse keyifli bir ortam. Ama iyi yönetilmezse hastalık giriyor. Bu benzerlik üzerinden insanı ve ülkeyi anlatacağım." Bu oyunu aslında 2003'te yazmış, dekorlarını dahi yaptırmış; ama istediği gibi olmayınca vazgeçmiş. Şimdilerde final bölümünü yeniden yazıyor.
Bundan sonra yalnızca sinemayla uğraşmak istiyor. Senaryosunu okuyamadığı filmlerde oynayamıyor. Diziyi ise asla düşünmüyor: "Bu sistem içerisinde aç kalsam da dizi yapmam. Yat kalk dizi setine götürüyorlar insanı. Böyle bir hayat olmaz olsun!"
Entrikalarla ilgilenmiyor, kim ne demiş umurunda değil. Rolünü nasıl oynayacak, seyirci inandırıcı bulacak mı, bir sonraki film ona gelecek mi; tek umursadığı bu.
Aşkı bir tatil gibi görüyor: "Güzel bir tatil. Bedava hem de. Parlak bir kafası var: Güneş güneş, martılar martılar, sahil sahil; her şey fıstık gibi. Büyük bir zihin tatiline, bir partiye benziyor. İyi hissettiren, enerjik, kendi içinde devrimci. Ben bütün yaratıcı senaryolarımı aşk dönemimde yazmışımdır." 'Hücreler'i de âşıkken yazmış.
Demek ki 2003'te âşıkmışsınız, diyorum, gülüyor. İlk kez lisede âşık olmuş. O zamanlar âşık olmayı seviyormuş. 2003'te çok üzüldüğü için o defter kapanır gibi olmuş. "Yaş ilerledikçe matematik hesabı yapıyorsun. Zaten bitecek, kendimi kaptırmayayım, diyorsun." Genelde terk eden mi, terk edilen mi olduğunu merak ediyorum, yanıtlıyor: "Aşk seni de, onu da terk ediyor. Bir misafir gibi, ben artık kalkayım durumu oluyor. Birinin bir hatası olduğundan değil. Oturum kapanmıştır gibi."
Annesi eskiden evlenmesi için baskı yapıyormuş, ama artık vazgeçmiş. "Senin evlendiğin kadın bizi evine sokmaz oğlum," diyormuş. O da yeni birisinin dengeleri değiştirmesinden endişe ediyor. Çapkınlıklarını soruyorum, madem uzun bir ilişki düşünmüyor…
"Çapkın değilim, ama çapkın kızları severim," diyor. "Hoş bir erkek karakteri değil. Aşırı çapkın herifleri de sevmem. Ama çapkın kızların tuzaklarına düşmek hoşuma gider."
Konuşmaktan çok dinlemeyi seviyor; örneğin taksiye bindiğinde taksiciyi dinlemek istiyor. "Ben sadece röportajlarda konuşan biriyim, günlük hayatımda kendimi anlatmayı sevmem. Çünkü benim konuşmalarımın bir önemi yok, onları zaten biliyorum; ama bir başkasının konuşmasını bilmiyorum ve dinlemek istiyorum."
Dert dinler mi diye sorduğumda yine 'başka bir adam' gibi yanıtlıyor: "Psikolojik sorunlar severim. Tıkanmışlık, huzursuzluk, mutsuzluk, başımıza gelen şeylerle ilgili dertleri dinlemek çok hoşuma gider." En sık verdiği tavsiye ise kendisinin de inandığı "Zaman her şeyin ilacıdır." Okuduğu kitaplar hep psikoloji üzerine, bir de Dostoyevski gibi mizahı da yazınına katan yazarları seviyor. Tam anlamıyla tutarlı.
Zeki Demirkubuz'un 'Yeraltı' filminin senaryosunu görsek zaten onun ismi gelirdi aklımıza. 'Yazgı'da da 'En İyi Yardımcı Oyuncu' ödülü almışsa da belki Yabancı'nın Meursault'sunun Türk versiyonu olan başrolü oynamalıydı. Varoluşçu Meursault'yu da, flanör'ü de derinden anlıyor çünkü. "Hikâyedeki mizah ilgimi çekmişti, ama Zeki başka bir tarafıyla ilgilendi. O becerememe, hava atma, omuz atıp yere düşme, 'Ağzına s.çacağım senin!' deyip evde oturmayı falan anladım ve o mizahı seviyorum."
Hava artık iyiden iyiye kararmış. Birbirimizi göremiyoruz. Evdeki loş ışıkları yakıyor. Hayatla ilgili asıl soruyu sormanın belki de tam sırası, ömrün akşamı gibi: Şimdi eskisine nazaran daha mı mutlu? Tereddüt etmeden "Bence daha mutluyum," diyor.
"Anlamsız bir dönem yaşadım. Çok ağır çalıştım. Para hesabımdan haberim yoktu. Benim parayla, lüks şeylerle ilişkim yok. Minimal bir hayatım var. Pahalı viski bile sevmem ben; adamı çarpıyor diye. Onun için şimdi daha mutluyum, her şeyin farkındayım. 'Aile Arasında'da mesela, güzel çalışmışım, sahnelerin notlarını almışım, hazır gitmişim sete; buna bayıldım." "Yaş geçtikçe netleşiyor insan, o da ferahlık veriyor. Şimdi yaptığım işlerden eminim. Onun için bana her şey iyi görünüyor. İşimi dikkatli ve güzel yapmışım. Bunun partisi verilmez mi?"
Bu kusurlu adamı niye istisnasız herkes seviyor? Çünkü gözlerimizin içine bakarak yalanlar düzmüyor, kendini pohpohlamak da umurunda değil. Dil bilmediği için yurtdışına çıkmayı sevmediğini, özgürlük hissiyle karavan alsa da kullanamadığını, korktuğu için uçağa binemediğini söylerken rahat. Hatta son uçuşundan önce bir şişe viski içmiş, uçak rötar yapınca el ayak gitmiş, sarhoş beklemiş uçağı. Ama bunları kafasındaki kişiye benzemek için yapmıyor. Hep benzetildiği Kevin Spacey gibi de değil. Uykusuz dergisindeki yazıları da, senaryoları da, rolleri de kendi gibiydi. Yol hep ona çıkıyordu. Onu hep birilerine benzetebilecekmişiz gibi geliyor, ama aslında Engin o. Fazlasıyla Engin.
Fatih Özgüven bir yazısında onun bu özgün ve sıra dışı karakterini göz önüne alarak "Engin Günaydın, acaba gerçek hayatta bizimle alay mı ediyor?" diyordu. Buna şiddetle karşı çıkıyor: "Alay edebilecek biri değilim ben. O kadar güçlü bir karakter de değilim. Alay eden insanlar beni hep üzmüştür. Çocukluğumda çok başıma geldi ve çok ağladığımı da bilirim. Bu kadar acısını çekmiş biri olarak hiç kimseyle ya da hiçbir durumla alay edemem."
Sıradan olmayı sevdiğini söylese de bunu başarması imkânsız. Çünkü ne düşünceleri, ne de yaptıkları 'sıradan' tanımına uyuyor. Biyografisini yazmayı asla düşünmüyor, hayal kurmaktan başka bir şey istediği yok, göze batmayı sevmiyor; ama o kadar yetenekli ki spot ışığı birden üzerine dönüyor. Ama o bunu da kabul etmiyor: "Gösterimde hep şunu söylüyordum: Sahne üzerinde yetenekli gördüğümüz insanların özel dünyalarında çok da önemli olmadıklarını bilmenizi isterim. O adam nasıl bir adam ya falan denen şey, sanal bir şey. Başbakan da olsan kendi içinde bir zavallısın. Ben ne kadar ünlü birisi olursam olayım kendi içimdeki bu zavallılıktan kurtulamıyorum."
"Peki, her şeyi becerebilen, her şeyle alay edebilen bir adam neden geceleri uyuyamıyor? Neden korkuları var, neden kendi içerisinde sıkışmış kalmış, neden kendisini ifade edemediğini düşünüyor, neden kendi halinde yaşamayı beceremiyor? Eğer bunların cevabını bulabilsem, bunu atlayabilsem ben de kendimi çok güçlü ve alay edebilir bir pozisyonda hissedebilirim. Ama atlayamıyorum. Atladığım zamanlar oluyor ve beni mutlu ediyor. Ama bunlar kısa süreli, küçük mutluluklar olarak kalıyor."