Gary Oldman kim ve nasıl bir adam?

O neredeyse 40 yıldan bu yana tanıdığımız en kışkırtıcı aktör. Başına buyruk bir adam, her şekle girebilen bir yetenek... Sayısız kült filmin kahramanı, uzun yıllardır topladığı devasa beğeniye rağmen her zaman mesafesini korudu, gizemli kalmayı ve kendini yıldızlar siteminin dışında tutmayı başardı. Bugüne kadarki en iyi performansı olan 'Darkest Hour (En Karanlık Saat) filmindeki Winston Churchill rolünün arifesinde, David Thomson şu sorunun cevabını arıyor: Gerçek Gary Oldman nasıl bir adam ve sonraki durağı neresi olacak?

Giriş Tarihi: 28.05.2018 10:22

Yazı: David Thomson
Derleme: Erkin Çam

'Darkest Hour', Christopher Nolan'ın 'Dunkirk' filminden daha ikna edici ve tarihsel açıdan daha çok şeyi açığa çıkarıyor. Oldman'ın ikinci kez Oscar adayı olacağını tahmin ediyordum. Kazanmasını da!

Sid Vicious, Joe Orton ve Dracula karakterleriyle meşhur olan bir aktör gerçekten de bizim haşmetli liderimiz Winston Churchill'i canlandırabilir mi? Tarihi hatırlayalım: Belki de bizim gözümüzdeki büyük lider imajı bir yanılsamaydı. 65 yaşındaki Winston, Mayıs 1940'ta başbakan olduğunda; zamanla bir efsaneye dönüşmesi, içkisine zehir katılarak öldürülmesinden daha düşük bir ihtimal gibi görünüyordu. Muhafazakâr Parti'nin önde gelen isimleri, o dönemde itibarını yitirmiş olan Neville Chamberlain'in ardından Churchill'in başa geçmesini bir çaresizlik ve yenilgi işareti olarak görüyordu. Bu iktidar simsarlarından bazıları Winston'dan nefret ediyor ve ona karşı komplolar hazırlıyordu. Böylesine kasvetli bir dönemde sahip olunan iktidar, adeta mezar taşına yazı yazdırmaya benziyor olsa gerek.

Konu 'Darkest Hour' filminde büyük lideri oynamaya geldiğinde, Gary Oldman bu Churchill tarzı vahşi hayatı sahiplenemezdi. Fakat hiçbir zaman işlerin iç yüzünü bilen bir kişi ya da kurulu düzenin sevilen bir parçası da olmamıştı. George Clooney'nin kendinden emin rahatlığını ya da Benedict Cumberbatch'in o kibar tavırlarını sergilemeye de çalışmıyordu. Oldman hiçbir zaman üst sınıftan biri gibi, hatta bir 'İngiliz' gibi görünmek istemedi. Hayatının büyük bir kısmında Los Angeles'da yaşadı ve ABD'li karakterleri, özellikle de JFK (1991) filmindeki Lee Harvey Oswald gibi gizemli ve güvenilmez karakterleri büyük bir rahatlıkla canlandırdı. Eddie Redmayne, o büyük gözlü, sevimli dâhiyi canlandırarak çoktan bir Oscar kazanmış olabilir, fakat Oldman'ın George Smiley'den önce ödül almaya en çok yaklaştığı zamanlar Sid Vicious rolünü canlandırdığı zamanlardı ve Sid Vicious da, karakterlerin kendi göz zevklerine hitap etmelerini bekleyen, dehşete düşmüş Akademi üyeleri tarafından pek umursanmamıştı.

Oldman, yıllardır muhteşem bir oyuncu olarak kabul ediliyor, fakat her zaman kendine özel, vahşi bir ilham perisinin peşinden gidiyor. Yaptığı işler büyük bir çeşitliliğe sahip, bu nedenle çoğu zaman projeler üreten ve yöneten bir yıldız olmadı. O kolay bir lokma değil, hele sokulgan bir karakter hiç değil. Talk show'larda yarattığı sükseye bakılırsa, pek fazla bilet satacağını da sanmıyorum. Bugüne kadar hiçbir kast ajansı "Bana Gary Oldman'a benzeyen birini bul." cümlesini kullanmamıştır. Çünkü öyle biri yok. O, birbirine hiç benzemeyen rollerinin yarattığı ormanda kaybolmuş bir adam. Onu yakalayıp oradan çıkarmamızı veya herhangi bir yerde konumlandırmamızı da istemiyor. Bir karakter oyuncusu olarak, gerçek benliği her zaman gizemli kalıyor. Halk (ya da sektör) tarafından sevilmek ya da ihtiyaç duyulmak için bugüne kadar tek bir adım dahi atmadı. Adeta beğenilmek onu huzursuz ediyormuş gibi, kariyerinin bu zirve noktasında bile röportaj vermek veya herhangi bir tanıtım çalışması yapmak için çok az çaba harcıyor. Sanki "Beni olduğum gibi kabul edin," dermiş gibi bir hali var. Bunu duyunca insan bu sıkıntılı adamın gerçekte kim olduğu konusunda kafa patlatmak istiyor. Yalnızca iki defa Oscar'a aday gösterilmesine rağmen, sonunda Churchill rolüyle Oscar'ı kazandı. Ama sonuçta bu başına buyruk adam, daha önce kaliteden yoksun ve önemsiz olduğunu düşündüğü için aldığı Altın Küre ödüllerini çöpe atmış birisi. Oldman, bugüne kadar zaman zaman sektörün kendisinin en büyük düşmanı olduğunu düşünmüş, bazen de kendi itibarını pek umursamamış. Dolayısıyla, Oldman'ın gerçekte nasıl bir adam olduğunu merak ettiğimiz kadar, Churchill karakterinin kendisi için büyük bir başarı, bir kahraman ya da tapılan bir karakter olmasını kabul edip etmeyeceğini de merak ediyoruz. Oldman'ın Churchill karakteri, ulusu kurtarması beklenen bir enkaz. Ama aynı zamanda kendisini de kurtarması gerekiyor.

GARY OLDMAN KİMDİR? Eh, öncelikle şunu belirtmek gerek: O 21 Mart 1958'de, yani o zamanlar kafası karışık ve dertli bir adam olan Winston Churchill'in başbakanlıktan istifa etmesinden (ruhsal ve fiziksel olarak bu işi yapmayı sürdüremeyeceği için) üç yıl sonra dünyaya geldi. 1958 yılında, Oldman'ın Londra'sı 2. Dünya Savaşı'nın gölgesinden ve kazanılan zaferin tuhaf lanetinden daha yeni yeni sıyrılıyordu: Bombalanan alanlar hâlâ olduğu gibi duruyordu, yemekler karneye bağlanmıştı ve o zamanlar erkekler yalnızca mat renkli, gri takım elbiseler giyerdi. Daha da ötesi, Oldman daha sonradan kaynak ustası olmaya karar verip ailesini terk etmiş olan eski bir denizcinin oğluydu. Babası bir alkolikti ve ortadan kaybolmuştu. Gary Oldman, güneydoğu Londra'nın hip olmayı henüz hayal dahi edemediği yıllarda, New Cross'un işçi sınıfındaydı. Üstelik Dick Bogarde'ın, Jack Hawkins'in, Donald Sinden'ın ve Richard Todd'un yıldızının parladığı ve İngiliz film endüstrisinin sunduğu korunaklı bölgede adından bahsedilen modeller haline geldiği yaştaydı. Bu öyle bir dönemdi ki, 'Kızgın Genç Adamlar'ın (Angry Young Men) doğuşuna şahitlik etmiş ve 'Mutfak Evyesi Tiyatrosu'nu (Kitchen Sink Theatre) görmüştü. John Osborne'un, Harold Pinter'ın ve Tom Stoppard'ın yılları olan bu dönemde, Britanya Albert Finney, Tom Courtenay, Robert Shaw, Peter O'Toole ve Michael Caine'in de aralarında bulunduğu bir işçi sınıfı aktörler nesline sahip olmak üzereydi, fakat nezaketten yoksun bir gerçekçilik henüz o kadar da yaygın değildi. The Beatles dünyayı sallarken Gary beş yaşındaydı ve bu, vahşi dünyaya adım atmak için mükemmel bir yaştı.


Gary Oldman'ın 1940'daki Winston Churchill'i canlandırdığı, 'Darkest Hour' filminden bir kare.

Oldman onlu yaşlarındayken, Lewisham Deptford İşçi Partisi'nin güvenilir kalelerinden biriydi (John Silkin yıllarca milletvekilliği yapmıştı), fakat National Front (Britanya Ulusal Cephesi) 1966 seçimlerinde 2.000'e yakın oy almayı başarmıştı. 70'lerde bu bölgede faşist eylemler yapılmış, 1981'de ise ırkçı radikallerin çıkardığı iddia edilen büyük bir yangında 13 kişi hayatını kaybetmişti. Britanya o dönemlerde daha zengin bir ülke haline gelmiş ve 60'larda hem Londra'ya hem de gençlik kültürüne ilişkin beklentiler dönüşüme uğramaya başlamıştı. Gary Oldman'ın dünyası, anne ve babasının idrak edemeyeceği biçimde değişiyordu. Ama o yine de Millwall'u futbol oynarken izlemiş bir New Cross delikanlısıydı.

Oyunculuk yapmak istediğine karar verdi, fakat Rada onu geri çevirdi ve bu alanda bir geleceği olmadığını söyledi. O da bunun üzerine Sidcup'da bulunan Rose Bruford College'a gitti. Böylece hayatta kalmak için her türlü işi yapan aykırı bir tip olarak kendi yoluna adım atmış oldu. Çocukken bir kez Hamlet oynadı, fakat sert bir ifade çizmek ve yeni, tehlikeli işlerin peşinden koşmak onun doğasında vardı. Oldman, 20'li yaşlarında İngiliz tiyatrosunun köşelerinde, hatta o dönemde soyluluğa en uzak zamanlarını yaşayan Royal Court'ta çalıştı. Edward Bond'un öfkeyi ve ahlaksızlığı inceleyen birkaç oyununda rol aldı. İlk filmi, dazlak bir adamı canlandırdığı 'Meantime'dı (1984) ve Mike Leigh'in bu filminde aynı zamanda arkadaşı (bazen de rakibi) Tim Roth başrol oynuyordu. İki aktör daha sonra 1990 yılında Tom Stoppard'ın hem yazıp hem yönettiği 'Rosencrantz & Guildernstern are Dead' filminde oynadı. Bu grupta yer alan diğer oyuncular Alfred Molina, Phil Daniels, Ray Winstone ve Lesley Manville'di. Oldman ve Manville, Caryl Churchill'in 'Serious Money' (1987) adlı oyununda aynı sahneyi paylaştı. Ardından aceleyle evlendiler, bir oğulları oldu ve birkaç ay içerisinde de ayrıldılar.


Oldman Alex Cox'un 1986 yapımı 'Sid and Nancy' filmi için o kadar fazla kilo verdi ki, hastaneye kaldırıldı.

Oldman 30 yaşına geldiğinde, Britanya'nın en pervasız genç aktörü olmakla ünlüydü. Kendine zarar verme noktasına gelen yaratıcılığı, öngörülemez karakteri ve korkusuzluğuyla adeta bir 'desperado' figürüydü. Daniel Day-Lewis'den yalnızca bir yaş küçük olmasına rağmen bu üst sınıf aktörden epeyce ilerideydi. Oldman, yalnızca birkaç yıl içerisinde korkutucu olduğu kadar da komik olan üç şaşırtıcı ve endişe verici performans sergiledi: Alex Cox'un 'Sid and Nancy' (1986) filmindeki, Chloe Webb ile birlikte oynadığı, öfkeden havalara uçtuğu Sid Vicious rolü; Alan Bennett tarafından yazılan ve Stephen Frears tarafından yönetilen 'Prick Up Your Ears' (1987) filmindeki küstah ve eşcinsel bir oyun yazarını canlandırdığı Joe Orton rolü ve Alan Clarke'a ait 'The Firm' (1989) adlı TV filmindeki, Doğu Londralı bir gayrimenkul danışmanı ve bir futbol holigan çetesinin liderini canlandırdığı Clive 'Bex' Bissell rolü. O yıllarda, Oldman'ı izlerken onun engel tanımaz ve umursamaz karakterinden etkilenmemeniz mümkün değildi. Coşkulu bir nihilizmi vardı ve birçok aktörü ele geçirebilecek (hatta dizginleyecek) olan beğenilme ihtiyacından eser yoktu. Yoksa cehenneme doğru ilerliyor muydu?


Gary Oldman, 'Prick Up Your Ears'da (1987) oyun yazarı Joe Orton rolünde

'Sid and Nancy' filminin hemen ardındaki dönemde, 'En İyi Erkek Oyuncu' Oscar'ı 'The Color of Money' (1987) filmindeki rolüyle Paul Newman'a ve 'Wall Street' (1988) filmindeki rolüyle Michael Douglas'a verildi. Bunlar çekici ve çapkın karakterleri resmeden, nazik, kendi halinde ve zararsız performanslardı. Öte yandan Oldman'ın canlandırdığı Sid karakteri Akademi tarafından göz ardı edilmiş, Oldman'ın kendisinin bile hor gördüğü gerçek bir canavardı. Bu rolü oynaması için onu ikna etmek gerekmişti. Punk kültürünü hor görüyor ve bu rolü canlandırırken çoğu zaman ikna edici olmadığından ve isteksiz göründüğünden endişe ediyordu. Uyuşturucu yüzünden sağlığı mahvolan Sid'e benzemek için o kadar fazla kilo verdi ki, hastaneye kaldırıldı. 1957'de Oldman'ın memleketi Lewisham'da doğan ve 21 yaşında aşırı doz eroin nedeniyle hayatını kaybeden John Simon Ritchie, yani Vicious'ın kendisi kadar onun da başı beladaymış gibi görünüyordu. Üstelik o yıllarda Oldman da bundan daha fazla yaşamaya pek niyeti yokmuş gibi duruyordu.

Bu ikilemi ABD'ye taşınarak çözdü. Oldukça yerel bir karaktere sahip olan sesi ve yeteneği ile New Cross'dan New York'a ve Los Angeles'a geçiş yaptı. Kendisi gibi gösterişli bir aktörün bu şehirlerde kazanabileceği büyüklükte paraları kazanmak için oldukça istekliydi. Aynı zamanda sesini ve tipini değiştirerek oyunlar yapmaya da hevesliydi. Taklit yeteneği ve her sahneye çıktığında farklı görünme isteği sayesinde, neredeyse farkında bile olmadan öyle bir noktaya geldi ki, izleyiciler Gary Oldman'ın gerçekte nasıl göründüğünden veya gerçek sesinin nasıl olduğundan çok da emin değildi. Bu bahane ile girdiği farklı kılıklar, yaptığı cesur keşiflerle yan yana ilerliyordu.


Oldman'ın franchise film dünyasına girişini temsil eden 'Harry Potter ve Azkaban Tutsağı' (2004) filminde haksızlığa uğramış büyücü Sirius Black rolünde

'State of Grace' (1990) filminde Sean Penn ve Ed Harris ile birlikte New York'ta yaşayan İrlandalı suçlulardan biri olarak rol aldı; Oliver Stone'un 'JFK'sinde, birbirinden farklı tüm Oswald komplo teorilerini kucaklıyormuşçasına, güvenilmez bir karakter olan Lee Harvey Oswald'u canlandırmaktan büyük keyif aldı. Daha sonra, 1992 yılında Francis Ford Coppola için 'Bram Stoker's Dracula' filminde tüm zamanların en unutulmaz kılık değiştirme örneklerinden birini başarıyla sergiledi. Oldman, bu filmde kostümü, makyajı ve saç stili için saatler harcadı. Aynı anda hem korkutucu (hatta belki biraz mide bulandırıcı) hem de baştan çıkarıcı görünmeyi başardı. O ölümcül öpüşme sahnesi başka nasıl tanımlanabilir ki?

Film, makyaj ve kostüm dalında Oscar kazandı; fakat Oldman'a bir adaylık bile gelmedi. Oyunculuğu kesinlikle muhteşemdi. Fakat film, üzerinde çok fazla çalışılmış ve çok fazla süslenmiş gibi görünüyordu. Ayrıca rol arkadaşları olan Keanu Reeves ve Winona Ryder'ın sadeliği, Gary Oldman'ın ustalıklı performansını bir parça baltalamıştı.


Oldman 'The Firm'de (1989) futbol holiganı Clive 'Bex' Bissell rolünde

Senaryosunu Quentin Tarantino'nun yazdığı, Tony Scott'un yönettiği 1993 yapımı 'True Romance' (Çılgın Romantik) filminde siyahi olduğunu zanneden beyaz bir kadın tüccarını canlandırdı. Bu küçük bir roldü, fakat Oldman rastalı saçları, çürük dişleri ve yüzündeki yaralar için çok büyük bir özenle çalıştı. Karakterin tuhaf sesinden bahsetmeye gerek bile görmüyorum. Luc Besson içinse, 'Léon: The Professional'da (1994) Jean Reno'yu takip eden uyuşturucu bağımlısı bir kanun adamını oynadı. Daha sonra, kendi isteğiyle bu gidişatta biraz değişiklik yaparak 1994 yapımı 'Immortal Beloved'da (Ölümsüz Sevgi) Ludwig van Beethoven'ı canlandırdığında, yarattığı bu sağır ama etkileyici karakterin Beethoven'dan çok da aşağı kalır bir yanı yoktu. Bu performansla çok sayıda insanı etkiledi, ama yine de film çok iyi iş yapmadı ve Oldman'ın çok gösterişli rol yaptığını söyleyenler de oldu. Aksine, Sid Vicious da aslında daha çok müziğe ihtiyaç duyuyormuş gibi görünüyordu. Roland Joffé'nin yönettiği 1995 yapımı 'The Scarlet Letter' (Kırmızı Leke) filminde ise Demi Moore ile başrolü paylaştığında, tarihsel ve duygusal gerçeklikten yoksun bir dönem filminin içerisinde kayboldu. Kamera karşısında aktrisle arasında bir çekim yaratamadı ve bu Oldman'ın bu konudaki ilk başarısızlığı da değildi.


'Batman Begins'de (2005) Christian Bale'in pelerinli kahramanına karşı Komiser Gordon rolünde

Aslında hayatı boyunca birçok kadına âşık olmuş ve onları da kendine âşık etmiş olan bir adamın bu konuda başarısız olmasını beklemezsiniz. Oldman bugün 60 yaşına yaklaşıyor ve şimdiye kadar beş kez evlendi. Lesley Manville'den sonraki eşleri sırasıyla 'Henry & June' (1990) filminde onunla birlikte rol almış olan Uma Thurman (1990-'92); Donya Fiorentino (1997-2001); şarkıcı Alexandra Edenborough (2008-'15) ve hem yazar hem de sanat küratörü olan Gisele Schmidt (2017'de evlendiler). Fiorentino'dan iki oğlu oldu ve tatsız bir çekişme sonrasında Oldman onların velayetlerini almayı başardı. Evlilikleri haricinde ilişkileri de var elbette. Bunların en önemlilerinden biri, Immortal Beloved'da birlikte rol aldığı Isabella Rossellini. Bu süreç esnasında Oldman giderek daha zorlu bir mali durum içerisine girdi ve sonuçta alkol rehabilitasyonuna girmesine neden olan birkaç alkollü araç kullanma olayına karıştı.

Peki, ABD Oldman'ı tatmin etmiş miydi? O bir karakter oyuncusuydu, ama onu bir rol için seçmek, hatta tanımlayabilmek giderek daha da zorlaşıyordu. 1997'de çarpıcı bir kararla parasının bir kısmını Britanya'ya götürerek, kendi memleketi güneydoğu Londra'da geçen ve sert, ağzı bozuk bir aile içi şiddet portresi olan 'Nil by Mouth' filmini hem yazdı hem de yönetti. Filmin başrollerini Ray Winstone ve Cannes Film Festivali'nde oyunculuk ödülü alan Kathy Burke paylaşıyordu. Oldman, bu filmde rol almadı, fakat filmi çok iyi yönetti. Londra'yla yeniden iletişime geçmek onu tazelemiş gibi görünüyordu. 'Nil by Mouth', aldığı olumlu yorumlar kadar iyi iş yapmadı, fakat filmin verdiği mesaj oldukça açıktı: Oldman, İngiltere ortamında daha çok kendisi gibi olabiliyordu.


Francis Ford Coppola'nın 'Bram Stoker Dracula'sında (1992)

Tatmin edici ve klasik bir macera filmi olan Air Force One'da (1997) havalı bir aksan ve dudak uçuklatan bir düşmanlıkla, uçağın kontrolünü Başkan rolündeki Harrison Ford'un elinden almaya çalışan acımasız bir Kazak uçak korsanını canlandırdı. Ama bu Oldman'ın çok da fazla hazırlık yapmadan sergileyebileceği bir performanstı. Bundan birkaç yıl sonra, 2001 yılında, üstün bir makyaj desteğiyle 1991 yapımı 'The Silence of the Lambs'in (Kuzuların Sessizliği) devam filmi olan Hannibal'da sakat, kambur, eğri büğrü bir kötü adam karakteri olan Mason Verger'i canlandırdı. Halkın Verger'den nefret ettiği kesindi, hatta bu nefretin bir kısmı aktörün kendisine de sıçramış olabilirdi. Jeff Bridges ve Joan Allen'la birlikte rol aldığı 2000 yapımı politik bir film olan 'The Contender' (Zirve Mücadelesi) için çok çalışmış ve kirli bir milletvekilini canlandırmıştı. Ancak bu film de başarısızlık yaşadı. Oldman kendini haksızlığa uğramış hissediyordu, çünkü yönetmen Rod Lurie'nin Steven Spielberg ve DreamWorks'ün baskısı altında kalarak filmi yeniden düzenlediğine inanıyordu.

Bu aşamada Oldman, çok sayıda düşük kaliteli filmde oynadı ve dört Harry Potter filmindeki 'Sirius Black' ve 'The Dark Knight' üçlemesindeki Komiser Gordon gibi birkaç yan rol sayesinde kariyerine tutundu. Bu işler gayet iyi birer ekmek kapısıydı ve Oldman bu rollerde iyi iş çıkardı, fakat artık kimse onu bir film yıldızı olarak görmüyordu. Ayrıca halkın tanımadığı ya da beğenmediği bir yüzle 50 yaşını geçmişti.


John Le Carre adaptasyonu 'Tinker Tailor Soldier Spy' (2011) filminde Tom Hardy ile birlikte

Fakat bazen, aktörler kurtarılabilir. 30 yıldan fazla zaman önce Alec Guinness, John Le Carre'nin yönettiği TV dizisi 'Tinker Tailor Soldier Spy'da mutsuz usta ajanı oynayarak kariyerinin en büyük zaferlerinden birini elde etmişti. 2011'de ise bu eserin teatral bir film olarak yeniden çevrilmesi gündeme geldi. Ancak bazı kişiler bunun Guinness'in hatırasına saygısızlık olabileceği gibi yorumlarda bulunuyordu. Yazar Peter Morgan çalışmayı başlattı ve daha sonra Tomas Alfredson ekibe katılarak yönetmenlik koltuğuna oturdu. Mark Strong, John Hurt, Toby Jones, Tom Hardy, Colin Firth, Benedict Cumberbatch ve Simon Mc- Burney'nin dâhil olduğu kadroya, hiçbir makyaj süslemesi olmadan orta yaşlı Gary Oldman'ın da katılmasını istedi. Oldman durumu çok iyi anlamıştı. Artık gösterişten hiçbir eser yoktu. Yalnızca ihtiyar, işinde uzman, fakat melankolik bir adam olan Smiley'nin sade ve yaralanmış itibarı vardı. Bu, Guinness'in performansıyla uyumluydu, ama bir yandan da yepyeni ve kişisel bir işe de benziyordu. Ayrıca oyuncunun kendisi gibi göründüğünü görmek de mutluluk vericiydi. Gary Oldman'ın tüm hayranları mutlu olmuştu. Sonunda Alfredson etkileyici bir gerilim filmi ortaya çıkardı ve bu film dikkatleri Oldman'ın ince ustalığına çeken bir sükse yaptı.

Böylece Oldman, ilk Oscar adaylığını elde etmiş oldu. Ödülü 'The Artist' filmindeki rolüyle Jean Dujardin kazanmış olsa da, genel hissiyat Oldman'ın ödülü hak ettiği ve sonunda kariyerini toparlıyor olabileceği yönündeydi. Üstelik bundan sonra daha iyisi de gelecekti.


Ridley Scott'ın yönettiği 'Hannibal' (2001) filminde Oldman tuhaf görünümlü çocuk istismarcısı Mason Verger rolünde

Görünüşe bakılırsa, Winston Churchill çok da ihmal edilmiş bir karakter değil. Bugüne kadar birçok aktör onu canlandırmayı denedi. Bunlardan bazılarında 'The Crown'daki John Lithgow kadar iyi ve dokunaklı bir oyunculuk sergiledi, bazıları ise oldukça gereksizdi. Fakat yazar Anthony McCarten ve yönetmen Joe Wright'ın kafasında yeni ve benzeri olmayan bir plan vardı. Churchill'in başbakanlığının ilk ayına odaklanacaklar, Viscount Halifax (muhteşem oyuncu Stephen Dillane tarafından canlandırılan) gibi politikacıların Hitler'le gizli bir barış anlaşması yapmayı planladığı Dunkirk krizi dönemini perdeye yansıtacaklardı. Oldman bu rol için akla gelen ilk isim değildi. Üst sınıf rolleri canlandırmaktan her zaman biraz rahatsız olmuştu, Smiley karakteri de özel okul mezunu ya da Oxbridge'li birine pek benzemiyordu. Fakat 'Darkest Hour'un vizyonu, on yıllar boyunca kahramanlara tapmış olan resmi İngiliz bakış açısı tarafından göz ardı edilen gerçekleri gün yüzüne çıkaracak kadar cesurdu. Churchill'in aslında ne kadar dengesiz biri olduğunu unutmuştuk: O bir manik depresif, öfkeli bir alkolikti. Aceleyle verilen kötü kararların adamıydı. Zaman içerisinde büyük bir savaş kahramanına dönüştü, fakat Halifax'ın o dönemde kaygılanmak için haklı sebepleri vardı.

2017'nin Ekim ayında bu yazıyı yazmaya başladığımda, Ocak'ta vizyona girecek olan 'Darkest Hour' hakkındaki tek öngörüm, filmin oldukça popüler bir başarı elde edeceği. Hikâyesi bakımından Christopher Nolan'ın 'Dunkirk' filminden daha ikna edici ve tarihsel açıdan daha çok şeyi açığa çıkarıyor. Oldman'ın ikinci Oscar adaylığını elde edeceğini düşünüyorum. Hatta şu anda rakiplerinin kimler olacağını bilmiyor olsak bile, kazanma ihtimali de bence oldukça yüksek. Bunu söylememin nedeni, bu filmin Oldman'ın şimdiye kadar yaptığı en iyi şey olduğunu düşünüyor olmam. Ayrıca Oldman'ın yıllar boyunca süregelen tüm o dik başlı tavrına rağmen, oyunculardan ve film yapımcılarından oluşan topluluk da onun istisnai bir yetenek olduğunun farkında. Winnie rolünde yüzündeki bütün o makyajla birlikte, bugüne kadar İngiltere'de kültürel bir klişe haline gelmiş anlatıcının o havalı sesiyle alay ediyor.


Oliver Stone'un yönettiği 'JFK'de (1991) Lee Harvey Oswald rolünde

Bu, onun kariyeri için ne anlama geliyor? Gary Oldman bundan böyle usta bir oyuncu olarak mı anılacak? Şövalye karakterini riske mi ediyor? Emin değilim. Ana akımın en sevilen oyuncularından biri olacağa pek benzemiyor. Verdiği röportajlarda gizemli ama kurnaz, afacan ama kararsız bir izlenim veriyor. Muhtemelen kendi karakterine daha yakın bir görüntü sergilemek ona rol yapmaktan daha çok huzur veriyor. Birdenbire her rol için aranan bir oyuncu olmayacak; gençleşip kendini romantik bir figüre de dönüştüremeyecek. Bence hâlâ yanlış seçimler yapma eğilimi var (aynı Churchill'in kendisi gibi) ve ileride birkaç abartılı hata yapabileceğini de gözümde canlandırabiliyorum.

Açık olan tek bir şey var: Gary Oldman'ın yaratıcı ruhu hâlâ bir İngiliz. 1958'den bu yana memleketi çok değişti, ama George Smiley rolünde kendini göze çarpan bir görevli, çetrefilli ve nankör görevinde oldukça yetenekli, ama süreç içerisinde umudunu yitirmiş biri olarak konumlandırmıştı. Şimdi ise Churchill ile zamanla merkeze yakınlaşmış olan aykırı bir karakteri canlandırıyor. Bu, Oldman'ın hayatına devam ettiği anlamına mı geliyor? Belki canlı sahne performansına bile geri dönebilir. Onu Chekhov'da ya da Pinter'da görmek o kadar da zor değil, hatta onu Lear ya da Prospero olarak hayal dahi edebilirsiniz. Bir ton makyajla Falstaff bile olabilir.


'True Romance'de (1993) uyuşturucu satıcısı ve kadın tüccarı Drexl Spivey rolünde;

Bir keresinde 19. yüzyılda film yapımlarına yardımcı olan natürmort fotoğrafçı Eadweard Muybridge hakkında bir film yönetmek ve o filmde rol almak istediğini söylemişti. Muybridge, İngiltere'de doğmuş, sonra ABD'ye yerleşmiş ve karısıyla ilişki yaşayan bir adamı öldürmüş. Bu filmi izlemek isteyebilirsiniz.

BİZE ULAŞIN