Bir keşif ve arınma hikâyesi: İlker Kaleli
Hakkında net bir yorumunuz olmasa da çoğunluğun katıldığı gibi ‘cool’ tanımını sonuna kadar hak ediyor. Kararlı duruşu, sakin tavrı ve muzip bakışları bunu destekleyen diğer başlıca özellikleri. Bu aralar gözlerin aradığı İlker Kaleli’den bahsediyorum… Kendi deyimiyle şu sıralar ‘devre arası’nda olan Kaleli ile kendini keşfetme çağını konuştuk.
- Bu Ay Dergide
- Cumartesi 12:00 | 29 Eylül 2018
Türk dizi sektörü ve ağır çalışma şartları hakkında yorumunu merak ediyorum bunun üzerine.
"Ağır çalışma şartlarının esnetilmesi için bugüne kadar birçok deneme oldu; çok da uğraş verildi ancak bir kanunla düzelebilecek bir durum bu. Özellikle öncelikle teknik ekiplerin, set emekçilerinin ve daha sonra da oyuncuların hayatı gerçekten tehlike altında; bunun şakası yok. 'Aaa çok çalışıyorlar.' gibi bir şey değil bu. Hayatlarımız tehlike altında şu anda ve bunu bir şekilde insanlar görmüyor, görmek istemiyor, görmezden geliyor ya da görülmemesi için aktif olarak efor sarf ediyorlar. Ama bu ülkede ekmek biter, dizi bitmez bunu söyleyeyim. Bu ülkenin en önemli atardamarlarından biri dizi sektörü. Az önce konuştuğumuz bu idealist sanatçı nasıl olur muhabbeti bizi ülkemiz için geçerli değil. Neden, çünkü ekonomi gibi bir gerçek var. Sanatına, sanatçılarına hayran olduğumuz ülkelerin ekonomilerine bir bakalım… Sanat dediğin şey hiçbir zaman karın tokluğundan önce gelmez. İnsan önce karnını doyurur sonra düşünmeye başlar. Sıralama böyledir, karnını doyurma derdi olan bir ülkede sanatın ya da sanatçının ne kadar önemi olabilir ki? O yüzden kalkıp 'Biz yaptık ama bizi anlamadılar.' demesinler; onlara da kızıyorum. Hiçbir zaman 'Seyirci anlamadı' diye bir şey olamaz, sen anlatamamışsındır. Doğru yaparsan Shakespeare'i yedi yaşındaki çocuk da anlar. Bunu kabul etmemiz gerekiyor ama öncelikle anlamamız gereken daha önemli bir nokta var; bu ülkenin ve bu coğrafyanın insanıyız ve buranın öncelikli derdinin ne olduğunu öğrenmek zorundayız. Ki, yapacağımız dizi, film, resim ya da müzik bu temeller üzerine oturabilsin. Biz bir İskandinav ülkesi ya da bir ABD değiliz, Uzak Doğulu da değiliz. Onların yaşam şartlarıyla ya da aç olmayan sanatçılarıyla yaptığı eserlerle bizim yarışacak ya da kıyaslanacak bir tarafımız yok. Burası İpek Yolu! Burada 4.000 yıldır savaş var. Burada hiçbir zaman gözyaşı da bitmez, dram da bitmez; bu coğrafyanın hamuru bu çünkü. Bu bakış açısının bir de tam tersi var; işte her şey bakış açısına göre bir avantaj da olabiliyor, dezavantaj da. Türkiye'nin iklimi çok güzel, özellikle Londra ile kıyaslandığında… Güneş ışığından akşam 22.00'ye kadar faydalanıyoruz. Esas problem burada başlıyor. Hava güzel ya, 'Amaaan ofisten çıkayım da arkadaşlarla bir çay içeyim.' diyorsun. İngiliz bunu diyemiyor, sürekli bir kasvetin içinde yaşıyorlar. Dolayısıyla iç mekân aktivitesi olarak üretmek zorunda kalıyor. Bu yüzden de kendisine ait bir sanatı, bir bilimi oluyor. Durum bu kadar basit aslında! Aslında filmi biraz geri sardığınız zaman; kolumdaki dövme de bu sebep sonuç ilişkisini anlatan bir kare, anlatmak istediği şey bu. Nasıl ki bugüne kadar bütün canlılar yaşadıkları ortam neresiyse oraya adapte olabilmek, hayatta kalabilmek için evrimleşmiş; insan da yaşadığı coğrafyanın şartları gereği toplumca ilerlemek zorunda kalıyor. Senin yaşadığın şartlar ve coğrafya çok verimli ve uygunsa o zaman gelişmen için bir sebep de kalmıyor. Keyfi bir şeymiş gibi yaşanıyor o zaman, bizdeki gibi. Bir İngiliz ya da Alman için böyle değil; elzem oluyor. Daha geçen akşam ABD Güneş'e dokunacak bir uydu gönderdi, bilgi toplasın diye. Bunları niye merak etmiyoruz mesela… Ama bir dizi oyuncusunun özel hayatını merak ediyoruz."
Sözlerini bitirir bitirmez kaderci olup olmadığını soruyorum…
"Hem evet hem de hayır. Her şeyin bir sebep ve sonuç ilişkisi içinde gerçekleştiğine inanıyorum. Etki-tepki, sebep-sonuç… Ve bundan hiçbir kaçışın olmadığına yüzde 100 eminim."