The Big Black Book No.13 #sessizciglik
'Başarılı Erkeğin Hayat Kılavuzu' Esquire Türkiye The Big Black Book No.13, sonbahar-kış 2018 boyunca bayilerde!
- Bu Ay Dergide
- Pazartesi 15:49 | 05 Kasım 2018
PAHA BİÇİLMEZ
WILLEM DAFOE
SEKTÖRDE 40 YILI DEVİREN WİLLEM DAFOE, JULIAN SCHNABEL'İN YÖNETTİĞİ YENİ FİLMİNDE, HEMEN HER OYUNCUNUN KUTSAL KABUL EDEBİLECEĞİ VINCENT VAN GOGH ROLÜYLE KARŞIMIZA ÇIKIYOR. APPLETON, WISCONSIN'DEN HAYALLERİNE ULAŞMAK ADINA YOLA KOYULAN BİR ÇOCUK İÇİN ŞU GELİNEN NOKTA PAHA BİÇİLMEZ NİTELİKTE.
YAZI ASH CARTER
FOTOĞRAFLAR MARC HOM
DERLEME TOGAN NOYAN
MODA EDİTÖRÜ MATTHEW MARDEN
O, bir İsa ve aynı zamanda Japon ölüm tanrısı. Auschwitz'deki bir mahkûm ve SS subayı. Çürük dişli ve kalem bıyıklı, 'şehvetli' bir Fed (ABD Merkez Bankası) çalışanı. Bir vampir, bir rahip ve deneysel bir tiyatro oyunundaki bir rahibe. Londralı bir bankacı ve Florida'daki motel müdürü. Daha da ötesi, o; T.S. Eliot ve Green Goblin.
Willem Dafoe, herkes bir yana, fark yaratan aktörler arasında ve kendi jenerasyonunda çok yönlülüğüyle öne çıkıyor. Bu yılın sonuna doğru, kendisini DC'nin 'Aquaman' adlı filmdeki Atlantik bilimci Nuidis Vulko ve elbette Julian Schnabel'in yönettiği 'At Eternitiy's Gate'de, ki bu onun 99'uncu filmi olacak, Vincent van Gogh rolleriyle göreceğiz.
Dafoe, her rolün üstesinden gelebilecek biri gibi görünüyor ama belki bir istisna söz konusudur: O, orta sınıf bir orta batılıyı; yani tam olarak kendisini oynayamayabilir. "İtiraf etmeliyim ki," diyor, o sırada Manhattan'daki West Village bölgesinde yer alan bir mekânda buğday ekmeğinden tostunu ve yumurtasını yiyen 63 yaşındaki oyuncu; "Bazen hayatıma bakıyorum ve 'süreç beni buraya nasıl getirdi?' diye düşünüyorum."
Appleton, Wisconsin'de doğan Dafoe, Wisconsin-Milwaukee Üniversitesi'nden New York'a taşınmak için ayrıldığında yıl 1977'ydi. O yıl, New York için önemliydi; çünkü o meşhur uzun süreli elektrik kesintilerinin yaşandığı, Bronx'taki bir dükkânın kundaklandığı ve 'Son of Sam' adıyla bilinen bir seri katilin şehirde terör estirdiği bir yıldı. Dafoe şehre geldiğinde, avangart işler sergileyen tiyatroları bünyesinde barındıran Wooster Group bünyesinde çalışmaya başladı. Bu grubun benzerleri Paris ve Berlin'de de bulunuyordu.
Üç sene sonra, 1980'de, karşısına Kathryn Bigelow çıktı ve Dafoe, bisikletli bir çetenin liderini oynadığı; aynı zamanda Bigelow'un da ilk çıkışı olan 'The Loveless-Sevgisizler' adlı filmde oynadı. Akabinde, işler peşi sıra geldi ve Dafoe'nun şöhreti William Friedkin'in 'To Live and Die in L.A. –L.A'de Yaşamak ve Ölmek', Oliver Stone'un 'Platoon-Müfreze', Alan Parker'ın 'Mississippi Burning-Mississippi Yanıyor' ve David Lynch'in 'Wild at Heart-Vahşi Duygular' adlı filmleriyle arttı. Öte yandan, şu sıralar Abel Ferrara ve Paul Schrader gibi çağdaş sinemanın temsilcileriyle çalışmaya devam etse de Dafoe, Wes Anderson'dan Lars von Trier ve Sean Baker'a kadar yeni dönemin en çok konuşulan, benimsenen ve birbirinden tamamen farklı tarzlarda iş yapan yönetmenleri tarafından tercih ediliyor. Dafoe'nun üç kez Oscar'a 'En İyi Yardımcı Oyuncu' dalında aday olduğunu da hatırlatmak gerek: İlki, 1986'da 'Müfreze'yle, ikincisi 2000'de 'Vampirin Gölgesi'yle ve sonuncusu 'Florida Projesi'yle 2017'deydi.
Dafoe ile buluştuğumuz restoran; Morandi, huzur veren bir iç dekorasyona sahip. Hem o hem de ben, burada kendimizi çok rahat hissediyoruz. Tabii bu hissiyatımızdaki en büyük pay, dekorasyona ait değil. Zira mekânın işletmecisi Keith McNally, daha önce de Lucky Strike adlı bistronun sahibiymiş ve Dafoe'nun çalıştığı Wooster Group Performing Center'a çok yakınmış. O dönemde Dafoe, bir nevi Lucky Strike'ın müdavimiymiş. Keith'le olan dostluğu işte o bistro zamanına dayanıyor ve bu dostluk Morandi'nin atmosferiyle de birleşince huzur kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
"Ben, yan dairedeki çocuk gibiyimdir." diyor Dafoe, bu konuda haklı mı bilemiyorum ama şöyle de bir durum var: O, doğuştan tehditkâr bir profil çiziyor. Yani karşısında tedirgin olmanız mümkün. Tabii tüm bunlar sahnede geçerli! Evet, ne zaman sahne bitiyor, karşınızda iyi huylu, samimi ve çekici bir adam beliriyor. Öte yandan Dafoe'da bir dansçı duruşu var. Yani fark edilir derecede fiziki bir esnekliğe ve hareket kabiliyetine sahip. Fotoğraf çekimlerinde pek zorlanmamasını buna bağlıyorum. E, zaten 40 yıllık bir performans geçmişi var, hem sahnede hem de beyaz perdede. Üstüne üstlük 25 yıl boyunca Ashtanga yoga (Hindistan'ın güney bölgelerinde yaygın olan ve oralardan çıkmış, zorlayıcı ama aynı zamanda rahatlatıcı egzersizler bütünü) yapmış. Daha ne olsun? Zira bu detayları öğrendiğinizde, yaşının çok altındaki enerjisinin çapını kolaylıkla idrak edebiliyorsunuz. Peki ya yüzü? İnanılmaz derecede karakteristik yüz hatlarına sahip: dikkatini size verdiğinde birden büyüyen gözler, yanaklarının formu ve sırıttığında ortaya çıkan aralıklı dişleri... Yeteneği bir yana, yönetmenlerin bunca yıldır onun üzerinde durmasına asla şaşılmamalı!
13 yıl önce, İtalya'da, 'The Life Aquatic-Suda Yaşam' filminde oynadığı sırada Giada Colagrande adlı bir yönetmenle tanıştı. Kısa süre sonra ise Giada'yla evlendi. Bu sebepten şu sıralar yılın yarısını Roma'da geçiriyor. "Kalbim iki yere de ait," diyor Dafoe; "İtalya, çok güçlü geleneklere sahip bir ülke. Tanrının bir lütfu âdeta. New York ise geleneksellikten uzak olmayı gelenek olarak benimsemiş bir şehir. Para, bunun dışında tabii. O, New York için tam bir gelenek. Ama burayı seviyorum. Uluslararası bir şehir burası. Pek çok kültürün bir arada olduğu bir sığınak gibi. Şaşırtan ve sorgulatan bir şehir aynı zamanda. Mesela şehrin batısına yolunuz düştüğünde, büyük binalarla karşılaşırsınız. Ve kendinize sorabilirsiniz, 'burada kimler yaşıyor; buraya ne kadar ödediler veya ödüyorlar, burada neler oluyor?' diye. New York, benim için bir sevgili gibi. Şehir elbette çok değişti. Anılar ve hayaletler kaldı geriye. Birikmeye, çoğalmaya da devam ediyorlar."
YAZININ TAMAMI ESQUIRE THE BIG BLACK BOOK, 2018 SONBAHAR-KIŞ SAYISINDA…