Osman Sınav - Hayattan Ne Öğrendim?

Ünlü Yönetmen Osman Sınav (62) hayattan öğrendiklerini Esquire Türkiye Nisan 2018 sayısına anlattı.

Röportaj Özge Dinç
Fotoğraf Arda Güldoğan

• İşim, benim için dünyada yapılmaya değer tek iş, başka bir iş yapmayı düşünemem. Hayatta seçmediğim hiçbir şeyi yapmadım, yapmam da.

• 'Süper Baba', 'Deliyürek', 'Ekmek Teknesi', 'Sıcak Saatler', 'Uzun Hikâye', 'Kurtlar Vadisi', şimdi de 'Sen Anlat Karadeniz' gibi işlerim çok tuttu, ama bunun bir formülü kesinlikle yok; benim her yaptığım da olmuyor. Ben onu bir formül olarak şöyle izah ediyorum kendime: Toplumun içinde yaşadığı kültürel ve yerli kodlar var, onları doğru okur ve o kodlarla iş yaparsanız daha iyi sonuç veriyor. Ben de toprakla ilişkisi olan bir adam olarak o kodları doğru okumaya çalışıyorum. Bir fark varsa sanırım ondan kaynaklanıyor.

• Bundan sekiz ay önce bir röportaj vermiştim, bence anlamsız ve arabesk bir başlık atılmıştı "Kral benim!" diye. O cümle şuydu aslında: Konsept üretebildiğim sürece kral benim. Kral olan şey, yönetmen, oyuncu değildir; konsepttir. Bütün dünyada öyledir. Konsept üretebilen en öne geçer. Ben her zaman buna dikkat ettim, onu bulmayı sabırla bekledim. Yeni bir işte büyük starlarla çalışmak beni rahatlatmıyor; bir konsept üretebilmiş olmam lazım.

• Benim kültürümde 'ben' demek terk-i edeptir, çok 'ben' diyen insan edebi terk etmiştir. Öyle bir ortamda büyüdüm, öyle yetiştim.

• Hocam Metin Erksan son günlerinde bana bir şey söylemişti. Artık hiçbir iş çekemediği, sektörden uzaklaştığı bir dönemdi ama bir Metin Erksan miti vardı. Herkes onu mit kabul ederken gönlündeki müthiş filmleri çekemiyordu. Bana dedi ki "Osman, ben daha önce sinemacı değilmişim, asıl şimdi sinemacı oldum. Ama şimdi kimse bana bir şey yaptırmıyor." Bu işin böyle bir dramı da var.

• Öğrenmek bitmez. Ben her çektiğim planı ya da oyuncularla her konuşmamı bir eskiz gibi görürüm. Oyuncuya söyleyeceğim bir cümle onu nasıl tetikler ve nereye götürür; yanlış bir yere götürdüğünde başka bir cümleyle onu düzelttiğimde tekrar nereye gelebiliyor, bunu gözlemlerim.

• Eskiden daha sert bir yönetmendim, galiba yıllar içinde daha yumuşak ve uyumlu biri oldum.

• Filmleri asla analiz ederek izlemem; bırakırım, kaptırırım kendimi duygusuna, yoksa tat almıyorum. Beğendiğim bir filmi mutlaka ikinci kez izlerim. Spoiler de benim için önemli değildir, bildiğim hikâyeyi izlemekten daha çok keyif alıyorum. Önce hikâyeyi izliyorum, ikinci izleyişimde de analiz yapıyorum.

• Son yıllarda en sevdiğim dizi, 'Vikingler'. Başrol oyuncusu Travis Fimmel'a hayran oldum; oyunculuk kültüründen gelen birisi değil sanıyorum ama anormal bir yetenek: Adamın içindeki hayvan öyle bir bağırıyor ki, hakikaten Viking olmuş.

• Dört beş tane hit filmim var. Bunlar çok yeni filmler değil, ama 80'lerden bu yana listeyi değiştirecek pek bir şey olmadı. Roman Polanski'nin 'Tess'inden, Coppola'nın 'Apocalypse Now'ından, Visconti'nin 'Masumlar'ından ve Kusturica'nın 'Yeraltı' filminden çok etkilenmişimdir. Coppola'nın filmi savaş olgusuna çok farklı bir yerden bakar, Kusturica'nın filmi de bir ülkenin parçalanmasının ardında bir insanlık tarihini anlatır. Çok önemli bir filmdir, ama ne yazık ki çıktığı dönemde lüzumsuz protestolara sebep oldu, anlaşılamadı. En sevdiğim yönetmen de Martin Scorcese'dir. Yaptıklarımla kendimi ona yakın bulurum. Ama onun bu hit filmler arasına giren bir filmi yok benim için.

• Üniversitede üç ayrı bölümde okudum, ilki resimdi. Beni resme yönlendiren İlhan Doğan hocamdı. Manevi babamdır. Her zaman boyalarımı, tuvallerimi aldı, bana resim yapmayı öğretti, ağladığımda beni omzunda teselli etti, bana saz çaldı. Oğlu Mustafa Şevki Doğan'ı fakülteyi bitirdiğinde ben yanıma aldım, o da yönetmenlik yapıyor şimdi.

• Geleneksel bir ailede büyüdüm. Ailem Toroslar'ın dokuz ay motor girmeyen köyünden Denizli'ye göç etmişti. Babam imamdı. Geleneksel değerler içinde büyüdüm, iyi ki de öyle olmuş.

• Ortaokul ve lisede parasız yatılı okudum. Yatılı okul, dramatik ve çok can yakan bir yerdir. Oraya küçük bir çocukken gider ve ciddi anlamda ezilirsiniz. Ama galiba onun da faydası oluyor; hayatta daha mücadeleci, dirençli oluyor ve ezilmiyorsunuz.

• Film şirketim Sinegraf'ı 27 yaşında kurdum. Bir maaşım dışında birikmiş param, yarın yapacağım bir iş bile yoktu ve hayatımda hiçbir sinemacıyı tanımıyordum. Şirketimin bugünlere kadar gelmesinde sinema tutkumun ve parasız yatılıda okumamın etkisi büyük.

• Lise son sınıfa kadar notlarım o kadar iyiydi ki, benim notlarımla iki kişi sınıfı doğrudan geçebilirdi. Ama son sene âşık oldum ve bütün derslerim sıfır oldu. Aşktan yürüyemez hale gelmiştim, kaslarım bitmişti. Babama evlenmek istediğimi söyledim, gelip halimi gördü, acıdı, bir şey diyemedi. Kızı memleketine istemeye gittikten sonra bana üç satırlık bir mektup yazdı, keşke onu saklasaydım: "Bak oğlum, bu iş olur, yaparız. Ama olduğunda sen üniversiteye gidemezsin. Bizim halimiz belli, ikisinden birini seçmen lazım. Sen söyle, ne yapalım?" yazıyordu mektupta. Ben de iki satırlık bir mektupla cevap verdim: "Baba, ben okula devam ediyorum, unut bunu. Ellerinden öperim." Bir hafta sabahtan akşama çalışarak bütün derslerden geçtim ve liseden öyle mezun oldum.

• Ailem için okumak din gibi bir şeydi, en büyük ideaydı. Annemle babam hayatlarını buna göre dizayn etmiş; biz çocuklarımızı okutacağız ve bu köyden çıkacaklar diye. Dünyanın hiçbir toplumu yoktur ki bir nesilde, okul yüzü görmemiş bir ailenin beş çocuğundan üçü profesör, biri yönetmen, biri eczacı olsun.

• Ben resim seçince ailem dehşete düştü. Bir erkek kardeşim var, tıbbiye okurken bırakmak istedi. Ben de ona şöyle dedim: "İkimizden birinin doktor olması gerekiyordu, ben yırttım, kurban sensin. Sen bu okulu bitireceksin." Sonradan ABD'de profesör oldu, şimdi Nükleer Tıp bölüm başkanı.

• Fakir bir ailenin çocuğu olarak resmi bırakıp para kazanacağım alana, tekstil tasarımına yazıldım. İki yıl okuduktan sonra çalışmak için bir tekstil fabrikasına gittim. Baktım ki okul bitirmiş tasarımcılar fabrikanın alt katında penceresiz bir odada, ışıklar altında İtalyan tasarımcıların tasarımlarını kopya ediyor; orada "Bu hayat değil, ben kendi işimi yapmalıyım." dedim.

• Bir arkadaşım beni sinemayla tanıştırdı, onunla film izlemeye, sinema yazıları okuyup çıkardığımız dergilerde sinema üzerine yazmaya başladık. Başka bir arkadaşım sette çalışıyordu, beni sete götürmesini rica ettim, o da konuştu, "Kabul edecekler, beraber gidelim." dedi. Para pul vermeyecekler, öğlen yarım ekmek köfte dağıtılıyor, benim onlara maliyetim bu yani. 80'lerde sinema bitmişti, soft porno filmler çekiliyordu. Benim görevim de omzumda urganla ağır aküyü taşımaktı. Bir gittim ki, bir çingene kız yönetmenin kucağında oturuyor, kikirdeşiyorlar. Aydemir Akbaş oradan sulu espriler yapıyor. Ben neredeyim böyle, dedim. Ya ben yanlış yazılar okuyorum ya da dünyada başka bir şey yapıyorlar. Üçüncü gün dayanamadım, kimse görmeden geri geri giderek kaçtım oradan. Halbuki kim bana niye baksın, kimse farkımda değil ki zaten. Setten arkamı döndüğüm an kararımı verdim: Bu işi yapacağım ve iyi yapacağım. Üniversite sınavına girip o zamanın tek sinema okulu olan Mimar Sinan'ı kazandım.

• O zaman şartlar öyle kötüydü ki, bir senaryo geldiğinde prodüktör içinde kaç gece sahnesi var diye bakardı. Çünkü gece ışık kurmak pahalı bir şeydir. Eğer gece sahnesi çoksa pahalı diye senaryoyu reddederlerdi.

• Sinema yapacağım, ama nasıl yapacağım? Okula gitmeye harçlığı olmayan bir adamım. Yönetmenliğe en yakın iş reklamcılık; metin yazarlığını öğrenir, sonra reklam yönetmenliğine geçerim diye bir plan yaptım. Gazetede siyah beyaz bir ilan gördüm: "Man Ajans'a yetiştirilmek üzere, İngilizce bilen metin yazarı adayı aranıyor." 5-10 bin müracat olmuş, ben de beş sayfalık bir mektupla başvurdum. Beş gün beş farklı kişiyle görüştükten sonra sıra Eli Acıman'la görüşmeye geldi. Eli Acıman, Tanrı gibi adam, ajansın içinde dolaştığı zaman herkesin nefesi tutuluyor. Odasına girdim, bana bakmadan şöyle dedi: "Sen nasıl bir fenomensin; İngilizce bilmiyorsun, yarım gün işe geliyorsun, 5 bin yerine 7 bin lira istiyorsun. Bu nasıl iş?" O gün beni 5 bin lirayla işe aldı.

• Sanat okullarında en güzel ders, teneffüste kantinde hocayla yapılır. Arkadaşlarım teneffüslerde hocalarla sinema sohbetleri ederdi, kıskanırdım; çünkü ben geçinmek için ajansa koşmak zorundaydım. Sonra baktım devamsızlıktan kalacağım, işten istifa ettim. Teneffüste hevesle Lütfi Akad Hoca'yla kantine gittim, "Senin burada ne işin var?" dedi, gözüne girerim diye okula devam etmek için işi bıraktığımı söyledim, bana bakıp "Defol git!" dedi. "Ben öğreteceğimi öğrettim, bundan sonra okula hoca olarak gelirsin." Ki öyle de oldu, şimdi üniversitemde ders veriyorum.

• 500'e yakın reklam filmi çektim. İlk filmimi çekmek için patronumu tehdit etmek zorunda kaldım. Sana'nın 30. yıl reklam filmiydi, ABD'den bir yönetmen gelecekti. İstifa etmekle tehdit edince patronla aramızda kalmak üzere 8 saniyelik bir film çekmeye karar verdik. Düşün, hayatım 8 saniyeye bağlı. Ancak tam filmi çekeceğim gün, marka tarafı duymuş, Almanya'dan genel müdürle 12 kişi ajansı bastı. Filmi arka arkaya beş kez izlettim, kimsede çıt yok. Kimse tepki vermeyince kaskatı kesildim; terden sırılsıklamım. Sonunda Alman genel müdür "Bir kaşık suda fırtına kopardınız, Osman Bey gayet güzel çekmiş, böyle devam edelim." dedi. Benim yönetmenlik kariyerim de bu sayede başladı.

• Zamanımı en iyi, en huzurlu geçirdiğim, sıfıra yakın problem yaşadığım işim 'Uzun Hikâye'ydi. Bu filmle 35 yıl sonra üniversiteden mezun oldum; mezuniyet filmimdir.

• Bir oyuncudan altı ay içinde star yaratılabilir, Kenan İmirzalıoğlu da, şimdi 'Sen Anlat Karadeniz'de Ulaş Tuna Astepe de bunun örneği.

• 'Deliyürek'te emek verdiğim bir oyuncu arkadaşıma sinirlenip isimsiz biriyle çalışmayı ve onu altı ay içinde Türkiye'nin en büyük starı yapmayı kafaya koydum, kanalla da böyle anlaştım. Ben aylarca isim ararken ağabeyim "Best Model of The World'ü kazanan çocukla (Kenan İmirzalıoğlu) görüşsene." dedi. O zaman düşündüğüm kişi, yeni mezun olmuş Erkan Petekkaya'ydı. Abime "Sen ne anlarsın?" dedim. Ayakları yere basmıyordur diye aylarca görüşmedim, en son bir gün abim "Bir 10 dakika çay iç en azından, olmazsa gönderirsin." deyince hatrını kırmayayım dedim. Geldiğinde bunları Kenan'a da anlattım ve şöyle dedim: "Sen böyle devam edersen yakın zamanda sana Sibel Can'la başrol teklif ederler, boy boy fotoğrafların yayımlanır. Meşhur olursun, ama oyuncu olabilir misin bilmiyorum. Eğer bundan sonraki hayatını oyuncu olarak geçirmek istiyorsan bir hafta düşün gel, altı ay buradaki çaycıyla arkadaş ol, seni göreyim tanıyayım. Aşktan, kadınlardan konuşalım. Ama bunun da garantisi yok, eğer seni beğenirsem bana kelleni uzatacaksın, boynunu alacağım. Ama altı ay sonra da Türkiye'nin en büyük starı olacaksın." Bir hafta sonra gelip "Abi, kabul ediyorum," dedi, "ama Sibel Can'la oynama teklifi geleceğini nerden bildin?"

• Yaşlandıkça tahammül etmeyi öğrendim. Çalışırken sabırsız biriyimdir, bana bir şey izah edilirken sonunu anladığım için lafı kestiğim olur. Sonradan da özür dilerim. Ben kurduğum sahnenin nereye varacağını bildiğim için herkesin bilmesini bekliyorum.

• Babalık bana gerçek sevgiyi öğretti. Baba olunca dünyada sizin değil, ama sizden biri daha oluyor. Oğlum dünyaya geldiğinde, bebek odasını ilk gördüğümde daha önce yaşamadığım bir duyguya kapıldım. O güne kadar defalarca âşık olmuşum, evlenmişim, karımı seviyorum; kardeşlerim, ailem var. Kendimi yokladım; içimdeki duygu şuydu: "Artık yalnız değilim." Ulan şu ana kadar yalnız mıydım? Ha bu başka bir şey, artık benden bir tane daha var. O yaşadığı sürece artık yalnız olamazsın. Karından arkadaşından ayrılırsın, ama çocuğun varsa senden bir tane daha dolaşıyor dünya üzerinde.

• Geçenlerde burada (Sürmene), tepede bir yerde sabah 10.00'dan gece 02.00'ye kadar çalıştım. Hakikaten çok yoruldum. Fırtına olmuş, yağmur yağmış bütün gün; her tarafımız ıslanmış. "60'ıma geldim, felç geçirdim, Allah'ın dağında benim bu saatte ne işim var?" dedim. "Çocuklar çeksin, git yat!" Nefsim gayrihtiyari şikâyet etti. Sonra durdum ve aklıma şu geldi: "60 yaşında bir adamsın, arkadaşların yaşlandı, ölen arkadaşların var. Felç geçirdin, ama bütün bunlara rağmen Allah sana nasip etti, bu gücü kendinde bulup işini yapabiliyorsun." Bundan büyük şükür yok.

• Bir film hayalim var, 'Suret-i Aşk' adında bir aşk hikâyesi. Ama herhalde çekemem, derimi yüzerler. Bence sert bir hikâye değil, ama biz aşka dair şeylerde çok samimi olamıyoruz. Türkiye'nin o filmi kaldırabileceğini düşünmüyorum.

Osman Sınav'ın yapımcısı olduğu ve yönetmenliği Emre Kabakuşak ve Yusuf Ömer'le paylaştığı 'Sen Anlat Karadeniz' dizisi, çarşamba akşamları ATV'de yayımlanıyor.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.