Hollywood'un Efsane İsmi - Clint Eastwood

Hollywood’un efsane ismi Clint Eastwood, sinema sanatındaki ustalığının yanı sıra, muhalif tavırlarıyla da öne çıkan aktörlerin başında geliyor. O; yeni nesli korkak buluyor, ABD’lilerin 11 Eylül saldırılarını kolayca unutabilmesine inanamıyor, Barack Obama’nın başkanlığını ise hayal edilmez bir mutluluk olarak tanımlıyor. Yani ünlü aktör, aklında yer eden her şeyi, tüm samimiyetiyle bizimle paylaşıyor.

Giriş Tarihi: 06.03.2012 19:57 Güncelleme Tarihi: 19.03.2012 18:47

Derleme ZEYNEP ŞEKER

Bu derginin motto'suyla birebir ölçüşen biri var, karşımızda. "Adamakıllı Adam" sıfatını sonuna kadar hak eden bu ismi; Clint Eastwood'u, bu satırlarda saygıyla anarak başlayalım işe. Bulunduğu yere, kelimenin tam anlamıyla tırnaklarıyla kazıyarak geldi, Eastwood; 1950'li yıllarda, oyuncu olmanın dayanılmaz tutkusuyla yapımcıların kapısını çalarken, bir yandan da yüzme havuzları için çukur kazarak hayatını idame ettiriyordu. Tabii, sinemadan da para kazanıyordu, o sıra; B sınıfı filmlerde oynuyor, böylece de haftalık 75 doları cebine indiriyordu. Yanlış anlaşılmasın, az kazanmıyordu; cebinde taşıdığı umutlar o kadar fazlaydı ki, o cebe ancak 75 dolar sığabiliyordu! Sonra, zaman geçtikçe, adamlığına adamlık katmaya devam etti. Hollywood'da kendine iyi bir yer edinirken, kitlelerin gözünde, her geçen gün büyüyordu. Belediye başkanlığı, bu saygının bir armağanıydı kendisine ama asıl saygınlığı, savaş karşıtlığıyla, filmleriyle kazanacaktı. Zira o, oynadığı ve yönettiği western filmleriyle, erkeklerin idolü olmaya başardı. Ve işte tam da bu yüzden, dergimizin kapısı, ona hep açık kaldı. Tıpkı, bu sayıda da olduğu gibi! Şimdi gelin, 81 yıllık bir hayatın özetinin özetine odaklanalım...

Birinci sınıftayken, boyum, sınıfımdaki çoğu çocuğa göre daha uzundu. İkinci sınıfta ise, o kadar çok okul değiştiriyordum ki, bir okulda, kendimi diğer çocuklarla kıyaslayacak kadar zaman geçirmiyordum. Çünkü daima taşınıyorduk. Önce Redding'e, ardından Sacramento'ya, sonra da Pasifik Palisades'e taşındık. Daha sonra, yeniden Redding'e dönüş yaptık. Bir süre sonra da, yine Sacramento'ya taşındık. Ardından, Niles ve Oakland, bizim yeni evimiz oldu. Sürekli yollarda olduğumuz için, tam bir okula alışmaya başladığımda, hep o okuldan ayrılmak zorunda kaldım. Daima, okuldaki yeni çocuktum. Okulun zorbaları, en yeni olduğum için, daima benimle uğraşıyordu. Bu tip çocukların nasıl olduğunu bilirsiniz. Aslında beni, kendilerince, bir çeşit sınavdan geçiriyorlardı. O dönemde, oldukça utangaç bir çocuk olmama rağmen; hayatımın uzunca bir dönemi, bu haydutları yumruklamakla geçti.

Yaşlandıkça, şüphe duymaktan vazgeçiyorsunuz. Çünkü aslında şüphe, gerçeğin peşinden koşmuyor. Sadece siz, kendi kendinize işkence çektiriyorsunuz.

Jerry Fielding'in söylediği gibi; "Bu dünyaya, yalnızca bir kere geliyoruz; her şeyi kafamıza takarak, neden zamanımızı boşa harcayalım ki?"

Benim çocukluğumda, bugünkü kadar iş fırsatı yoktu. Üstelik zenginlik kavramı da, çok fazla yerleşmemişti. İnsanlar, sadece geçinebilecekleri kadar para kazanmayı önemsiyordu ve bence, insanlar, o zamanlar her konuda daha dayanıklıydı.

Şimdilerde ise, her şey daha farklı. O döneme göre, oldukça korkak bir toplumda yaşıyoruz. Zira herkes, zor bir durumla karşılaştığında, durumun yarattığı psikolojik sıkıntıyla nasıl başa çıkacağını düşünüyor. Oysa geçmişte, biri size yumruk attığı zaman, siz de ona bir yumruk savururdunuz. İşler böyle yürürdü.

İnsanların ne zaman bu kadar korkak olmaya başladığını, hatırlamıyorum. Kim bilir, belki de, hayatımızı sorgulamanın önemini kavradığımız zaman korkmaya başlamışızdır.

Yeterince disiplinli bir insan olsaydım, müzisyen olurdum.

ABD'lilerin, 11 Eylül saldırılarını bu kadar kolay unuttuğuna inanamıyorum. Elbette, bu saldırılarda yakınlarını kaybedenlerin unuttuğunu sanmıyorum. İnsanlar o kadar her şeyden bıkmış durumda ki, bunu bile umursamıyorlar.

"Changeling" filminde, bugünlerde asla göremeyeceğiniz bir şeyi göstermeye çalıştım: Radyo dinleyen bir çocuk… Gerisini siz düşünün. Bugün, böylesine bir kareye tanık olmak neredeyse imkânsız!

İzlanda'da, buzulların arasında yer alan dev bir şelaleyi görmeye gitmiştim. İnsanlar; çocuklarıyla beraber, taştan bir platformun üzerinde, bu şelaleyi görmek için sıraya girmişti. Bu platformda, sıradakilerin, şelaleye doğru daha fazla ilerlemesini engelleyen tek bir şerit vardı. Kendi kendime, böyle bir şelale ABD'de olduğu takdirde; yetkililerin, kazaları önlemek için o noktaya çit çekeceklerini düşündüm. Zira ABD'li yetkililer, beklenmedik kazalardan ve bir anda ortaya çıkan avukatlardan korkar. Oysa İzlanda'da, çok daha basit bir anlayış vardı: Eğer aşağı düşersen, suç sendedir. Yani, diğer bir deyişle, aptalsın demektir.

Babamı, 63 yaşındayken kaybettik. Ölümü, oldukça ani oldu. Bu kayıptan sonra, onunla daha çok vakit geçirmediğimden dolayı uzun bir süre kendimi suçladım. Hayatta, ancak hırslarınızdan arındığınız takdirde, diğer küçük şeylerin farkına varıyorsunuz. Fakat kazandığınız bu geç farkındalık, pişmanlık duymanızı engelleyemiyor. Sonuçta, sadece kendi kendinizi hırpalıyorsunuz.

Barack Obama'nın başkanlığı, beni çok heyecanlandırdı. Gençliğimde bu heyecanı, sadece, Seattle'a gelen müzik grupları sayesinde tadardım. Şimdi o heyecanı yeniden duymak, benim için hayallerimin ötesinde bir durum.

1950 yılında, L.A City College'a gidiyordum. Perşembe akşamları, oyunculuk dersleri aldığını bildiğim bir arkadaşım, bir gün bana, orada tanıştığı güzel kızlardan bahsetti ve birlikte gitmemizi teklif etti. O zamanlar, aktör olmaya hevesleniyordum; işin içinde güzel kızların da olması, oyunculuk konusunda beni daha da heveslendirdi. Ve ben de, Perşembe akşamları bu derslere katılmaya başladım. Arkadaşım kesinlikle haklıydı: burada, pek çok kız vardı. Üstelik, erkek sayısı da oldukça azdı. Yani tüm bu kızların, burada, bana ihtiyaçları vardı. O kursa devam ettim ve kursun sonunda, Universal Stüdyoları ile oyunculuk sözleşmesi imzaladım.

Ray Charles'ı dinlediğinizde, dinlediğiniz sesin ona ait olduğunu hemen anlarsınız. O, gerçekten kimsede olmayan, büyüleyici bir sese sahipti.

1986 yılında, Kaliforniya'nın Carmel adlı kasabasında, iki yıl boyunca belediye başkanlığı yaptım. O dönem, kabineye seçilmeden önce, başıma bir olay geldi. Günlerini, sandalyede oturarak ve kimseyle ilgilenmeden sadece örgü örerek geçiren bir kadınla karşılaştım. Bu kadını gördüğümde, belediye başkanı olarak seçildiğim takdirde, bu kadın gibi boş boş oturma lüksüne sahip olmayacağımı fark ettim. Zira belediye başkanı olduğunuz takdirde, bir yere oturup kimseyle ilgilenmiyormuş gibi yapamazsınız.

Seçimleri kazanmanın, hem iyi hem de kötü tarafları vardı. Çünkü belediye başkanlığı, hem onur verici hem de sorumluluk isteyen zor bir işti.

Politikacıların, halka hizmet ettiğini unutmamak gerekiyor. Ben de halkın efendisi olmak için değil, halka hizmet etmek için politikaya atıldım.

İki farklı kadından, yedi çocuğum var. Evlendiğimiz zaman, ikinci ve son eşim olan Dina'ya, bütün aileyi bir araya toplaması için zaman tanıdım. O, hiçbir zaman ikinci eş olmayı sorun etmedi. Tam tersine, ilk eşimle ve ilk eşimden olan kızlarımla da dost oldu. Bugün çocuklarımla aramda iyi bir ilişki varsa, bu, Dina'nın sayesindedir. Onun, hayatımdaki en önemli şey olduğunu düşünüyorum.

Birinin gerçekten kalıcı olup olmadığından, emin olmanız gerekir. Mesela karım, benim hayatımda kalıcı bir role sahiptir. Bu, biraz da beni her şekilde etkileyebildiği için böyledir. Bazen başka insanlardan da etkilenebiliyorum; fakat bir süre sonra, onlara katlanamıyorum. Bu yüzden de kalıcı olamıyorlar.

Çocuklarınızdan, alçak gönüllüğü ve yeni şeyler denemenin keyfini öğrenebilirsiniz. Şahsen ben, öğrenmeye ara vermemenin, hayatın en büyük sırrı olduğunu düşünüyorum. Bu, aynı zamanda, iyi bir kariyer edinmenin de sırrıdır. Ben bile, bu yaşta, çalışmaya devam ediyorum. Çünkü çalışırken, yeni şeyler öğreniyorum. Ve bana öğrettikleri yeni şeyler sayesinde, yaşlandıkça, çocuklarımı daha da çok seviyorum.

"Million Dollar Baby (Milyon Dolarlık Bebek)" filmi, Oscar ödülü kazandı. Bu, muhteşem bir şeydi. Fakat bunun yanında, pek çok iyi filmim Oscar ödülü kazanamadı. Örneğin, "Letters from IwoJima (Iwo Jima'dan Mektuplar)" filmim de Oscar'a aday gösterildi; fakat ödül alamadı. Oysa bence, o film, yapabileceğim en iyi filmlerdendi. Bu film, Oscar ödülünü, kazanan diğer filmlerden daha mı az hak ediyordu? Kesinlikle hayır. Aslında önemli olan yaptığınız ya da yer aldığınız bir filmin ödül alıp almaması değil. Asıl önemli olan, işin sonunda, ortaya çıkardığınız şeyle gurur duyuyor olmanız! Bence, bütün mesele bu!

BİZE ULAŞIN