Yedi Adımda Nasıl Feminist Olursunuz?
Sorunun ‘orijinalliğinin’ farkındayız. Ancak, bu soruyu bir gün mutlaka soracak, altına cevapları sıralayacaktık. Gün, bugün. Anlamaya çalışmak, anlamak; hatta farkında olmak için…
- Info
- Cuma 11:13 | 06 Temmuz 2018
Yazı Özge DİNÇ
BİRİNCİ ADIM: FEMİNİZM, ÇOCUK OLSAYDI, 10 YAŞINA GELDİĞİNDE BİLE DOĞMAMIŞ SAYILIRDI.
Bildiğiniz gibi kısa süre önce vizyona 'Suffragette' (Diren!) adlı bir film girdi. Film, kadınların oy hakkı için verdiği büyük mücadeleyi anlatıyordu.
Yüz küsur yıl önce İngiltere'de başlayan bu mücadelenin başını Emmeline Pankhurst çekmiş, onunla birlikte pek çok kadın haklarını kazanmak için yıllar yılı savaşmıştı. Pankhurst, çocukken kadın olmanın ona getireceği yükle nasıl tanıştığını şöyle anlatıyordu: "Bir gece babam üzerime eğildi, kısık sesle 'Keşke oğlum olsaydı…' dedi.
"Pankhurst'ün büyüdüğü yıllarda, bütün ülkelerde olduğu gibi, dünyanın en gelişmiş yeri sayılan ülkesi İngiltere'de de kadınlar okula gönderilmiyor, Yoksul olanları bütün gün ya tarlada ya da çamaşırhanelerde uzun saatler çalışıyor, evlendikten sonra da birçoğu ev dışına çıkamıyordu. Okuyabilmiş birkaç kadının bu şansı elde etmesinin sebebi ise babalarının onlara çeyiz verecek parasının olmamasıydı. Evet, kadınlar bazı yerlerde başlık parası ödüyordu.
Bizim de yakından bildiğimiz; 'erkek çocuğu olmasını isteme', çocuğu erkek doğunca kurban kestirme, birkaç kızı olursa erkek doğana dek çocuk doğurmaya devam etme mevzularının en çarpıcı örneğini Yunan yazar Papadiamantis'in kahramanı Hadula'da görürüz. Hadula evlenirken âdet olduğu üzere eşine çeyiz, para, arsa verir ve ömrü boyunca o kadar eziyet çeker ki, kimin kız çocuğu olsa ailenin ve çocuğun çekeceklerini düşünüp kahrolur ve ailelerini kurtarmak için çocukları öldürür.
Hadula'yı okurken bir yandan donup kalır bir yandan da Hadula'yı klasik bir katil gibi göremediğimize şaşırırız.'Suffragette' (Latince 'suffragium'dan geliyor; anlamı 'oy hakkı'.) filmini izlerken de benzer bir uyuşmuşluk hissini tadıyoruz. Bu, aslında sinematografik açıdan 'vasat' filmin bize hatırlattıkları şunlar: Bugün kadın erkek hepimize 'olağan' gelen kadınların seçimlerde oy kullanması hakkı henüz yüz yıl önce 'olanaksız' görülüyordu. Dünyanın dört bir yanında kadınlar böyle bir hak talep ettiğinde, devlet kadar toplum tarafından da aşağılandı, alay edildi, dışlandı. Hükümet sözcüsü, "Bu hakkı verirsek," diyordu; "Politikaya da girmek isteyecekler. Kadının yapısı gereği siyasette yer alamayacağı ise açıktır.
İngiltere'de kadınlar, alaylara, aşağılanmalara, komşularının onlardan uzak durmasına aldırmadan oy hakkını; gariptir ki birçok ölümden, psikolojik savaştan ve yıllardan sonra 'savaş' sebebiyle elde edebildi. I. Dünya Savaşı'nda ölen er-keklerin yerini çalışma hayatında almak zorunda kaldıklarında devlet de onlara mecburen oy hakkı vermişti. Böylece kadınlar, temsil edilme hakkını Yeni Zelanda'da 1893'te, İngiltere'de 1918'de, ABD'de 1920'de, Türkiye'de 1934'te, İsviçre'de 1971'de ve Suudi Arabistan'da 2015'te kazanabildi.
Diğer ülkelerdeki kadınlar (süfrajetler) ise isimlerinin hatırlanması konusunda pek şanslı sayılmazdı. Örneğin yeni yapılan bir çalışmaya kadar Osmanlı dönemindeki kadın hakları temsilcilerinin bırakın çabalarının niteliğini, adlarını bile doğru dürüst bilmiyorduk.
Tarihi on bin yıllara dayanan insanlı yaşama evresinde en büyük sanatçıların, yöneticilerin, politikacıların erkek olmasının asıl nedeni, erkeklerin kadınlardan daha akıllı olması mıydı? Ya da Tanzimat'tan sonra tanıdığımız aydınlar tarafından gizlice ya da alenen alay edilen kadın ve erkek 'kadın hakları' temsilcileri, yeterince akıllı olmadıkları için mi tarihe gömülmüştü? Bunu bir slaytla anlatıyor olsaydım sonraki karede Tanpınar'dan ilhamla şöyle yazardı: 'Sükût Suikastı'.Yani feminizm, bir çocuk olsaydı, 10 yaşına geldiğinde bile doğmamış sayılırdı.
İKİNCİ ADIM: FOTOĞRAFA BİRAZ DIŞARIDAN BAKIN, SONRA DAHA DA DIŞARIDAN, ŞİMDİ EN DIŞARIDAN…
Cinsiyet çok ilginç bir konu. Hayatınızı nasıl geçireceğinizi belirliyor, ama onu seçen siz değilsiniz. Kromozomlardan kaynaklanan biyolojik bir farklılıkla dünyaya geliyor, sonra bir ton tantana işitiyorsunuz. "Kız gibi gülme.", "Adam gibi otur.", 'Kadın değil, kız', "Dışarıya bu kıyafetle mi çıkacaksın?", "Hava kararmadan eve gel.", "Ama o erkek.", "Gece o saatte orada ne işi vardı?", "Eşinin ütüsünü yapmayacaksan seni neden alsın?"
Düşünün ki, Müslüman mahallesinde salyangoz satan kişi bile değil, bir salyangozsunuz. Nasıl doğacağınızı siz seçmemişsiniz; ama nasıl oturacağınızdan ne yapacağınıza, ne olacağınıza ve ne olamayacağınıza dek her şey karşı cins tarafından belirlenmiş. Çekici bulduğunuz cins, 'ikinci sınıf' olduğunuzu söylüyor ya da size öyle davranıyor. Bütün efsaneler, türküler, destanlar da onu destekliyor üstelik.
Karşınızdakinin sizden bir farkını göremiyorsunuz, ama onun daha zeki olduğunu düşünmeniz isteniyor. Sadece onun değil, evlerden işyerlerine ona benzeyen herkesin sizden daha zeki, daha bilgili olduğunu kabul etmek ve adına 'ataerkillik' denen yazılı olmayan kurallara itaat etmek zorunda bırakılıyorsunuz. Siz ses etmedikçe evin daha da kuytu bölümlerine gönderiliyorsunuz. Ev işi, çocuk, iş gibi yükler omzunuza yükleniyor, her hareketiniz bir şeyi ima eder oluyor. Daima 'suçlu' hissediyorsunuz. Daima önce düşünüyor, sonra hareket ediyorsunuz.
Sizin adınıza her şeyin karşı cins tarafından belirlenmesine ses çıkardığınızda ise size şöyle deniyor: Karşı çıkıyorsun, çünkü çirkinsin. Karşı çıkıyorsun, çünkü kimse sana katlanmaz. Karşı çıkarsan senden nefret ederim, seni ayıplar ve dışlarım. XY kromozomuyla doğmadığın için elbette senin adına her şeye ben karar vereceğim.
Ne oluyorsa ataerkil döneme geçerken oluyor (Anaerkil dönemin hiç var olmadığını da söyleyenler de var.). İş bölümünde kadın mağarada kalıyor, erkek ava çıkıyor. Dolayısıyla dışarının ve sonra içerinin hakimi haline geliyor. Üstelik ataerkil olan sadece erkekler değil, kadınların da birçoğu. Sizin ve onların hakları için en başta onlarla mücadele etmek zorundasınız. Yani mücadele çok kalabalık bir topluluğa karşı ve meşakkatli.
Simone de Beauvoir, İkinci Cins kitabında şöyle diyor: "Kadın doğulmaz, kadın olunur." Yani cinsiyet diye bir şey yoktur, cinsiyet toplumsal kodlamalardır.
Sonra bir erkek doktor çıkıp "Doğum acısı denen şey psikolojiktir." diyor. Hiç çekmediği şeyin teşhisini size sormadan koymakta beis görmüyor.
Üstelik Y kromozomunun ona bahşettikleri sayesinde O değil, ama siz hem güzel hem becerikli hem ağırbaşlı hem cilveli hem sevecen hem de mükemmel olmak zorundasınız. Ama doğuştan eksik, ikinci sınıf ve günahkâr olduğunuzu kabul etmek şartıyla.
"Nasıl bir mahalle burası böyle." demez misiniz? "Ben niye XY olmadım ki? "Fotoğrafa biraz dışarıdan bakın, sonra daha da dışarıdan, şimdi en dışarıdan…
ÜÇÜNCÜ ADIM: SAKLANINCA SADECE SAKLANMIŞ OLMUYORSUNUZ, UNUTULUYORSUNUZ.
Yazının başında bahsettiğim filmde bir sahne görürüz. Maud, 7 yaşından 24 yaşına dek çalıştığı çamaşırhanede (Maruz kaldığı gazdan ötürü erken öleceğini de bilmektedir.) mütemadiyen patronunun tacizine uğrar. Bu tacizler de, erkeklerden daha az maaş alması da olağan görülür.
Ancak ne zamanki kadın hareketine katılır; eşi etrafın, konu komşunun ayıplamaları ve dışlamalarından ötürü Maud'u evden kovar. Eşi eve Maud'un geliri gelmeyince de geçim sıkıntısına düşer ve çocuklarını başka bir aileye evlatlık verir. Anneye sormaz. Çünkü kadınların henüz ne miras ne de velayet hakkı vardır. Çocuklar, babanındır. Maud o zaman içinde bulunduğu hareketin önemini daha da derinden kavrar (Kadın boşanmak istediğinde çocuğunun erkek ailesi tarafından annesine gösterilmediği bizim de duymadığımız şey değildir.).
Maud, saklanmamıştır. Döneminin kadınları saklanmak konusunda ustadır oysa. 1900'lere dek kadınlar doktor, mü-hendis, hatta yazar olamadığı için ya bu hayallerinden vazgeçmek ya da saklanmak zorunda kalmıştır. Kitabını kendi adıyla yayımlatamadığı için Ellis Bell adını alan ve Uğultulu Tepeler adlı romanı tüm zamanların en çok satan kitaplarından biri haline gelen Emily Brontë ya da aslen kadın olan ve şu takma adlarını bildiğimiz George Eliot, George Sand…
Roman tarihimizi incelediğinizde (Özellikle de Tanzimat dönemi.) göreceğiniz gibi çok sevdiğimiz kerli ferli yazarlar "Kadınlar ve çocuklar roman okumamalı, o zevki eşlerinin tebessümünde aramalıdır.", "Roman okumak kadınlar için zararlıdır." dediği için kadınlar kitaplarını gizlice okumuştur. Çünkü roman okurken ev işlerini ihmal etmektedirler. Bugün satış rakamlarına göre daha çok kitap edindiğini bildiğimiz kadınlar, değişim olmasaydı, iş hayatına katılmasaydı, eğitim alamasaydı; hatta feminizm tartışmaları, çabaları olmasaydı ben bugün bu yazıyı yazabilecek miydim dersiniz? Üstelik de bir erkek dergisinde.
Bildiğim şu: Saklanınca sadece saklanmış olmuyorsunuz, unutuluyorsunuz.
DÖRDÜNCÜ ADIM: ÇÖLÜ AŞMAK UZUN SÜRER, AMA YOL HEP İLERİYE AKAR.
Erkekler ve ataerkilin iktidarından hoşlanan kadınlar, haklarını talep edenden neden korkar?
Değişiklik bizi sonucunda kıyamet kopacağı, 'toplumun çivisi' çıktığı için değil, konforumuz bozulacağı için korkutur. İktidarı kaybetme korkusu, sandığımız kadar başa çıkılması kolay bir duygu değildir. Ve doğrudur, duvarlarına güvenle yaslandığımız konfor bozulacaktır da. Ama yol çok uzundur; uçsuz bucaksız Sahra Çölü'nde yürüyecek gezgin, ilk adımını atmıştır daha.
Televizyonda gördüğümüz ilk ped reklamından kadın erkek ne kadar rahatsız olduğumuzu hatırlayalım. Neden rahatsız olmuştuk acaba? Hatırlamaya devam edelim: Feministleri neden çirkin ve sevimsiz bulduğumuzu. Kadın haklarıyla ilgili yazılardan neden hoşlanmadığımızı. Kadın olmaktan hoşnut kadınlardan neden çekindiğimizi. Onun direncini çeşitli yollarla neden kırmak istediğimizi. 'Kadın yazar' sözünün dilimize nasıl ve neden yerleştiğini. 8 Mart'ın neden 'Dünya Emekçi Kadınlar Günü' olarak değil de 'Kadınlar Günü' olarak kutlandığını. Neden Jet Fadıl'dan Duygu Asena kadar korkmadığımızı. Belki bu yazıyı yazdığım için benden neden nefret ettiğinizi.
Çölü aşmak uzun sürer, ama yol hep ileriye akar.
BEŞİNCİ ADIM: HAK, HERKES İÇİNDİR. AMA BUNU ASIL O HAKKA SAHİP OLMAYAN BİLİR.
Bir sokak röportajında insanlara 'feminizm'in ne olduğu sorulmuştu. Cevaplar oldukça eğlenceliydi. Kimileri feministlerin erkek düşmanı olduğunu söylüyordu kimileri birileri onlara 'yol verdiği' için feministliğe meylettiklerini düşünüyordu. "Kadın haklarına inanıyorum, ama feminist değilim." diyenler de mevcuttu.
Bu cevaplar bize feminizmden ne kadar korktuğumuzu gösteriyor.
Tıpkı diğer ideolojilerdeki gibi pek çok alt dalı (anarko feminizm, sosyalist feminizm… vs.), pek çok farklı feminizm tanımı var. Kadın haklarına inanıp feminist olmadığını söylemek pek mümkün görünmüyor, çünkü feminizmin sağlamaya çalıştığı da aslında farklı bir şey değil.
Tarihini, kendisi okutulmayan Mary Wollstonecraft'ın kız çocuklarının okutulması gerekliliği üzerine yazdığı kitaba dek uzatabileceğimiz feminizm, 1900'lerden sonra özellikle ABD'de hız kazandı ve şu anda dünyada dördüncü dalga feminizm yaşanıyor.
Feministler içinde onları 'Nazi subaylarına' benzeterek 'feminazi' diye alay edenlerin ellerine koz verecek kadar erkek düşmanı olanları da var, ılımlıları da. Tüm ideolojilerdeki gibi.
Ancak feminizmin istediği şey, cinsiyete dayalı bir ayrıcalık değil, eşitlik. Fizikselden ziyade fırsatlarda eşitlik. İnsan olmakta birleşmek… Çoğu ülke gibi Türkiye'de de kadınların bazı haklara sahip olması artık doğal görünse de geçen yıl 414 kadın öldürüldüğünü, daha fazlasının şiddet gördüğünü, taciz ve tecavüze uğradığını, her seferinde de bir bahane arandığını biliyoruz. İntihar oranlarını ve ilişkilerdeki duygusal şiddeti ölçmemiz ise şimdilik mümkün değil; ölçemediğimiz ve normal bulduğumuz için de ilişkilerdeki görünmeyen psikolojik şiddete çare bulmak bir hayli zor.
Dünyanın en çok tartışılan konularından birisi, 'iş hayatında cinsiyet eşitsizliği'. Kadınların aynı görevdeki erkeklerden %24 daha az maaş aldığı yapılan araştırmalarla kanıtlandı. En çok dikkat edilen bir başka husus ise, 'cinsiyete dayalı fiyatlandırma.' Aynı işlevli iki üründen kadın için üretilen, erkek için üretilenden her zaman daha pahalı oluyor. Bir şeyin pembe olması, onun doğrudan daha pahalı olması sonucunu getiriyor. Bu konuda en hassas ülke ise yüksek cezalarıyla ABD.
'İkinci cins' olanın hakkını savunan kişi, kadın ya da erkek, haliyle kadın haklarının ötesine geçip 'ikinci sınıf' sayılan herkesin, her şeyin savunucusu haline geliyor. Engelliler için de fırsat eşitliği istiyor, eşcinseller için de.
Ataerkilin "Bana hizmet etmezsen yoksun." anlayışı, ona karşı çıkan herkesi tehdit olarak görüyor ve dışlıyor. Böylece farklılıklar siliniyor. Kadınların yaşadıkları yanında, çoğunluğun dışına çıkıp örneğin futboldan konuşmak istemeyen, eşiyle birlikte ev işi yapan, evde yemek pişiren, karısı çalışırken çocuklarına bakan erkek de toplumun istemediği, doğuştan kusurlu birisine dönüşüyor.
Ataerkilliğin erkeğe yüklediği yük de bu çünkü: Ömür boyu tek başına bir evin geçimini sağlamak zorunda. Ailede sadece erkeğin çalışması normal, sadece kadının çalışması ayıplı bir durum olarak görülüyor. Erkek korumacı, güçlü ve cömert olmalı. Feminizm, ataerkilliğe karşı çıkan erkeklerin de hakkını arıyor.
Tektipleşmenin sakıncalarını gidermek istiyor. Çünkü hak, herkes içindir. Ama bunu asıl o hakka sahip olmayan bilir.
ALTINCI ADIM: NASIL BASKI YAPILIRDI KELİMELER OLMASA?
Kelimeler, hayat görüşümüzü ortaya koyuyor. Sadece kelimelerine bakarak bir toplumda neyin eksik, neyin fazla, neyin yaşanan travmalara sebep olduğunu anlayabiliriz. Cinsiyetçi küfürler, 'kız gibi otomobil' tanımlaması, kadın demek istemediği için 'bayan' diyenlerin bize gösterdiği şey de bu.
Bazen daha kötüsü olur, 'cinsi latife' ne diyeceğini bilemediğinden bir ad bile koymaz. Nazan Öncel'in bir şarkısı şöyle başlar: "Benim doğduğum gün saçaklar ağlamış.Annem kız doğurdu diye babam suçlamış. Tam 37 gün eve uğramamış, adımı koymamış."
"Kız bebek demişler, sonra eksik etek/Kaşık düşmanı ya da bazen avrat. Ben bir kadınım, ama önce insanım.
"Regle 'hastalanmak' ve 'kirlenmek' demek aslında ne çok şeyi gösteriyor.Şimdilerde tartışılan iki kavram var, size kadın erkek fark etmez; "Bir erkeğe göre çok titizsin.", "Çoğu kadından daha zekisin.", "Bir göçmene göre çok iyi İngilizce konuşuyorsun." diyenlerin yaptığı, övgü görünümlü yerginin adı mikroagrezyon.Bir de en iyi yemeğin nerede yeneceğini, nasıl giyinmeniz, nasıl uyumanız, çocuğunuza nasıl bakmanız gerektiğini, işinizi, hayata bakışınızın nasıl olacağını ve komplo teorilerini öğreten adamlar var ki onların yaptıklarına 'mansplaining' deniyor. Kitabında kadın hikâyeleri anlatan Rebecca Solnit'in kitabının adı da meseleye hayli uymuştu: Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar. Bizde en güzel karşılığı ise 5 Harfliler bulmuş: Beybeylemek. Çünkü birinden üstün olduğunuzu anlamanın yollarından birisi de ona her konuda öğüt vermek. Ya nasıl baskı yapılırdı kelimeler olmasa?
YEDİNCİ ADIM: IRKÇILIĞA KARŞI ÇIKMAK İÇİN İLLE DE SİYAHİ OLMAK GEREKMEZ.
Sosyolog Michael Kimmel bahsi arttırıyor ve şöyle diyor: "Feminizm erkeklerin özgürleşmesi için en gerekli yoldur."
Yıllardır cinsiyet eşitliği üzerine çalışmalar yürüten sosyolog Michael Kimmel, bir konuşmasında daha önceden şahit olduğu bir olayı anlatıyor. Siyahi bir kadın, beyaz bir kadına aynaya baktığında ne gördüğünü sormuş. "Bir kadın görüyorum." diye yanıtlamış beyaz kadın. Siyahi kadın ise "İşte sorun burada," demiş; "Ben siyahi bir kadın görüyorum."
Michael Kimmel, hayatı boyunca orta sınıfa mensup beyaz bir erkek olduğu için asla ırk, cinsiyet gibi kavramları düşünmek zorunda kalmadığını, bunun bir şans olduğunu ekliyor konuşmasının devamında. Ayrıcalığın ona sahip olanlar tarafından fark edilmeyeceğini söylüyor.
Ona göre erkekler yaşadıkları ayrıcalığın farkında değildir. Bu sebeple de 'kadın hakları' dendiğinde kadınlara hak verirken bir yandan da sonunda kaybetmekten korkarlar.
Oysa uzun yıllardır yapılan araştırmaların verileri tam aksini gösterir durumdadır. "Araştırmalar gösteriyor ki cinsiyet eşitliği sağlayan ülkelerde, işyerlerinde ve ilişkilerde mutluluk oranı daha yüksek. Örneğin bir erkek, ev işinde eşine yardım ve destek olmayıp 'işi paylaştığı' zaman eşi de, kendisi de, çocukları da daha mutlu oluyor."
Kimmel, kadınlar özgürleşmeden erkeklerin istedikleri hayata kavuşamayacakları fikrindedir. Şöyle der: "Feminizm erkeklerin özgürleşmesi için en gerekli yoldur."
Aslına bakarsanız erkeklerin kadın haklarına bakışları üç farklı noktada toplanıyor: Feminizm, maskülinizm ve antifeminizm. Yani ya cinsiyet eşitliği için savaşırsınız ya erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna inanırsınız ya da feminizme karşı olursunuz.
Feminist erkeklere ise profeminist deniyor.
Profeministler, erkeklik algısının kadınlar yanında babalık, askerlik ve cinsellik konusunda erkekleri de zorladığı fikriyle yola çıkıyor. Genel algının aksine feminist olmanın kadınlardan fiziken hoşlanmalarına engel olmadığını da ekliyorlar. Bir yazarın yazmakta olduğu kitabın başlığı ise şu: Hem Feminist Olup Hem de Memelerden Hoşlanabilir miyim? (İyi haber; hoşlanabilirsiniz.)
Hollywood aktrislerinin feminizmle ilgili söyledikleriyle ve Beyoncé'nin MTV Müzik Ödülleri gecesinde arka planında kocaman bir 'Feminist' yazısının görünmesiyle alay edilmeye devam edilirken erkek feministler Men in Feminism, FemMenism gibi gruplarda çalışmalar yürütüyor.
Kadınlar için ve sonunda da 'maço' olmak istemeyen erkekler için. Sağlıklı ilişkiler, toplumlar ve çocuklar için.
Sloganları ise çarpıcı.
"Irkçılığa karşı çıkmak için ille de siyahi olmak gerekmez."