Bryan Cranston: Hikayeyi en iyi aktaran adam
Bryan Cranston, hayatın geç safhalarında gelen başarıyı böyle tanımlıyor: “Yemeğin sonunda gelen, beklenmedik ama lezzetli bir külah dondurma.”
Yazı Jessica Pressler
Fotoğraflar Mark Hom
Derleme Erkin Çam
Saat daha sabah 11.00 bile değil ama Bryan Cranston edepsiz şakalar yapmaktan hiç çekinmiyor. "Detroit'teki otomobil üreticileri satışların düşmesi nedeniyle endişeli," diye başlıyor lafa, projelerinin setleri arasında onu getirip götüren vanın ön koltuğunda, Triborough Köprüsü'nden geçerken. 80'lerde komedyenlik yaparken kullandığı eski bir şaka bu: "Yapmaları gereken tek şey, otomobillere müstehcen isimler vermek." Örnek de veriyor bununla ilgili ama yazmamak en iyisi! Zira o da şoförün duymasını istemediğinden, verdiği örnekleri kısık sesle bana aktarıyor. Tabii şoför sohbetimizden geri kalmamak için radyonun sesini çoktan kısmış, Cranston'ın söylediklerine kahkahalarla gülüyor.
İçinde olduğumuz van, Brooklyn'de bir sesli çekim stüdyosunun önünde duruyor ve 61 yaşındaki Cranston, spor ayakkabılarıyla dışarı fırlıyor. Sırt çantasını omzuna atıyor ve harekete geçiyor, kapıdaki güvenlik görevlisinden yoldan geçen insanlara kadar herkesi aynı heyecanla selamlıyor. Minik sandviçler hazırlayan yiyecek sorumlusuna "IZGARA PEYNİR!" diye haykırıyor. Sonra bana dönüyor ve "Haydi gidelim kardeş!" diyor.
Bir taraftan sandvicini yerken bir taraftan da iki aktörün çektiği gergin bir sahneyi yakındaki bir monitörden izliyor. "Burada bir an durması gerekirdi," diyor ve haklı da. Neticede o 'Malcolm in the Middle'daki sevimli baba ve 'Breaking Bad'deki pek de sevimli olmayan baba rolleriyle tanınan gerçek bir aktör. Evindeki Emmy koleksiyonu geniş; hatta fazla şatafatlı görünüyor. Ama bugün bir prodüktörü oynayacak ve diğer rollerine kattığı gibi bu role de bir tür babalık gururu ekleyecek. Kendi prodüksiyon şirketi Moonshot Entertainment ile gerçekleştirdiği projelerden oluşan uzun listedeki işleri 'çocuklarım' diye tanımlıyor ve isimlerini hevesle sayıyor: Bir dolandırıcıyı konu alan 'Sneaky Pete' (Şu anda da bu dizinin setindeyiz.) adlı drama Amazon'daki ikinci sezona başlıyor. Aile komedisi olan 'The Dangerous Book for Boys' da Amazon için çekiliyor. Cranston sabah bu dizinin setine uğradığımızda sonsuz enerjisi ile çocuk yıldızlarla neşeli biçimde dalga geçiyordu (Bambi gibi bakan bir oğlanı gösterip "12 yaşında," demişti, "ama o kadar toy ki 10 yaşındaki bir çocuğu oynayabiliyor."). Bir de Philip K. Dick'in kısa hikâyelerini temel alan 'Black Mirror'ımsı bir dizi olan 'Electric Dreams' var — bir tane daha vardı, neydi o yahu? Cranston'ın kızıl kaşları birkaç saniye derin düşüncelere daldığını gösterir biçimde aşağı iniyor. Çok çocuklu her baba gibi o da bazen evlatlarını karıştırabiliyor. Ah, elbette: 'SuperMansion', yaşlı süper kahramanlar hakkında bir animasyon! "Bu aralar çok meşgulüm," diyor.
Aslında Cranston'ın şikâyet ettiği söylenemez. En azından kendisinin dörtte biri yaşındaki yıldızlar gibi dağınık saçlarını topuz yaparak ve dev kahve bardaklarıyla gezerek ne kadar yoğun çalıştığını ve talep gördüğünü ispatlamaya çalışıyor!
Gördüğüm en yoğun Google takvimine sahip insan olan Cranston (Cidden çok dolu bir takvim, neredeyse tamamen kırmızı.), çok meşgul olduğunu söylüyor ve bundan gerçekten memnun. "Çok uzun süre dışarıdaydım, kapıya vuruyordum," diyordu dün Crosby Street Hotel'de konuştuğumuzda ve öyle sert vurmuştu ki masaya, kapıya vurur gibi, yan masadakiler bile hoplamıştı. "Artık içerdeyim."
Hollywood'da dedikleri gibi tam on ikiden vurdu Cranston, çünkü içeri girmesini sağlayan, kapıyı tıklatan kişiydi: Walter White. Eleştirmenler 'Breaking Bad' hakkında konuşurken bu dizinin 'televizyonu değiştirdiğini' söylemeyi seviyor, çünkü başka etkenlerin yanı sıra başroldeki karakter beş sezon içinde kahramandan kötü adama dönüştü (Dizinin yaratıcısı Vince Gilligan, onun Mr.Chips'ten Yaralı Yüz'e dönüştüğünü söylüyor). Bu dizi Cranston'ı da değiştirdi, 50 yaşından sonra 'Hey, bu adamı tanıyorum!' iken tam bir TV yıldızına dönüşüverdi. Şimdi ikinci, üçüncü, hatta dördüncü perdeye başlıyor bu oyunda: Prodüktör olarak, yazar olarak (Otobiyografisi A Life in Parts geçen yıl en çok satan kitaplar arasına girdi.) ve – bu noktaya geldiğine inanamıyorum– iki büyük projesiyle karşımıza çıkacak zirvedeki film yıldızlarından biri olarak. 'The Upside' (9 Mart) filminde Cranston, hem kolları hem de bacakları felçli, zengin, Nicole Kidman'a âşık ve hastabakıcısı Kevin Hart ile ilginç bir dostluk kuran bir adamı canlandırıyor. Fransa'da gişe yapmış ve tüm Fransızları ağlatmış, çok başarılı bir filmin yeniden çekilen hali. Ama önce Richard Linklater'ın uzun zamandır beklenen filmi 'Last Flag Flying'de Steve Carell ve Laurence Fishburne ile birlikte göreceğiz onu. Bu cesur, politik açıdan birbiriyle ilişkili hikâyelerden oluşan filmde sert ve iğneleyici bir Vietnam gazisini oynayan Cranston'ın performansı, Oscar kâhinlerinin ağzını sulandırdı. Deneyimli şov dünyası ustaları bile ona hayran olmaktan kendilerini alamıyor. "Uzun yıllar karakter oyuncusu olarak emek vermiş ve kariyerinin ortasında birden yıldız olmuş, çalışmaya devam eden ve yaptığı işi tutkuyla yapan bir aktör o," diyor Fishburne; "Bu zor bulunan, güzel bir şey."
Yine de Cranston'ın işaret ettiği gibi hiçbir şey kalıcı değil. "Benim seviyemdeki bir şöhretin en güzel yanı şu: Fırsat," diyor oteldeki öğle yemeğinde; "Bana güzel hikâyeler anlatmak için bir fırsat verildiğinin farkındayım ve bunu yapmak için kısıtlı bir zamanım var. Bir yerden sonra şöhretim solacak; böyle de olması gerekiyor. Ama bu güç elimde oldukça bundan faydalanacağım. Kendimi bu işe adayacağım. Her şeyi deneyimlemek istiyorum. Nasıl bir his olduğunu öğrenmek istiyorum."
Elinde minyatür dondurma külahlarıyla dolu bir tepsiyle bir kadın garson geliyor ve tatlı yemeyi reddeden Cranston ona bakıyor, gözleri pırıl pırıl. "Elbette!" diyor ve iki parmağıyla külahlardan birini alıyor. Neticede dünyaya bir kere geliyoruz.
Cranston hayatın geç safhalarında gelen başarıyı böyle tanımlıyor: Yemeğin sonunda gelen, beklenmedik ama lezzetli bir külah dondurma. Aslında bir aktör olarak hayatını sürdürecek kadar para kazanma amacını uzun süre önce gerçekleştirmiş. Bu, 1950'lerde Hollywood oyunculuk sınıfında tanışan anne ve babasının başaramadığı bir şey. Annesi Peggy çalışma hayatını erkenden bırakıp June Cleaver stili bir ev kadını olmuş ve Los Angeles banliyösünde Cranston'ı ve iki kardeşini büyütmüş. Ama babası Joe, Cranston'ın üzücü bir sesle dediğine göre "bir yıldız olmak istiyormuş."
Cranston gibi Joe da yakışıklı, güçlü bir çene yapısına sahip ve matinelerde başarılı olacak bir sese sahipmiş ve bir aktör olarak başarılı da olmuş: Hatta bir yıl ailesine bir havuz yaptıracak kadar çok para kazanmış. Ama rüyası gerçekleşmediğinde hem havuzun hem de evliliğinin durumu kötüleşmiş. Havuz kirlenerek yeşil-siyah bir çöplüğe, evliliği de Cranston ve kardeşlerinin odalarında saklanmalarına neden olan 'sarsıntılı, sert kavgalar' silsilesine dönüşmüş. Sonuçta Joe başka bir kadın için karısını terk etmiş, Peggy de bu olaydan sonra kendisini içkiye vermiş. Ailenin 'Leave it to Beaver' tipi havalı evi ucuz bir sete dönüşmüş. O günleri, "Sismik bir darbe gibiydi," diye hatırlıyor, Cranston. "Pat, babam gitti, annem duygusal açıdan yıkıldı."
O günlerde 12 yaşında olan Cranston ve ağabeyi San Bernardino dağları civarında, kırsal bir kasabada yaşayan büyükannesi ve büyükbabasının yanına postalanmış. Komşu tavuk çiftliğinde 'boyunlarına kadar tavuk pisliği içinde' çalışmaya başlamışlar. "Kendimize 'Ne oldu yahu?' diye soruyorduk," diyor Cranston. Yıllar geçse de bu şok tamamıyla geçmemiş. Eskiden popüler ve iyi bir öğrenci ve okul oyunlarının yıldızı olan Cranston içe kapanık biri haline gelmiş ve başını derde sokmaya başlamış. Bir dayısının deyimiyle Sneaky (sinsi) Pete olmuş; bir dolandırıcı, bir aylak...
Lisede ağabeyinin yolundan gidip bir polis eğitimi programına dahil olmuş ama bunun esas sebebi bu programın altı haftalık bir Avrupa yolculuğu sunmasıymış. Bu yolculuk bazı açılardan onun üzerinde dönüştürücü bir etki sağlamış: Daha sonraları 'fahişe turu' olarak adlandırılan bu turda bir Avusturyalı fahişenin yardımıyla bekâretinden kurtulmuş ve Avrupa'nın en az üç fuhuş bölgesini iyice öğrenmiş. Ama sonuç polis akademisinin istediği gibi olmuş.
İşe başlamak üzere sınava girmek için bekleyen Cranston ve ağabeyi ülkeyi baştan başa geçecek bir motosiklet yolculuğuna karar vermişler ve yolculuk iki yıl sürmüş. Yol boyunca birbirinden acayip işlerde çalışmışlar; Cranston güneş yağı satıcılığı, garsonluk ve doğal karizmasına pek uygun biçimde Universal Life Kilisesi'nde vaizlik yapmış. Ama içindeki gerçek tutkuyu ancak Virginia'da merhametsiz, altı gün süren bir fırtına sırasında bir gece Hedda Gabler'ı okurken keşfetmiş. "Bulunabilmek için kendime kaybolma fırsatı tanımalıydım," diye tarif ediyor, aktör olmaya karar verdiği anı. Böylesi sözler onun ağzından çıktığında aşırı duygusal gelmiyorsa bunun sebebi ya Bryan Cranston'ın neredeyse bu dünyanın ötesinden gelen samimiyeti ve dürüstlüğü ya da muhtemelen oyunculuk yeteneği. "Bana ne olacağını veya nerede olmam gerektiğini bilmemeye dayanacak kadar cesur olmam gerekiyordu."
Babasının kaderi göz önüne alındığında aktör olma kararı sırtına fazladan bir yük yüklemiş. Cranston asla yıldız olmaya çalışmayacağına dair kendine bir söz vermiş. "Babamın başına gelenler yüzünden şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: 'Aktör olarak hayatımı kazanmak gibi bir amaç belirlersem ve bunu başarırsam şanslı sayılırım. Gerisi hikâye.'"
Cranston, böylece çalışmaya başlamış; önce taşıma ekibinde, sonra prodüksiyon asistanı olarak çalışmış, ardından da Robert Forster'ın 1980 yapımı, az bilinen 'Alligator' filminde büyük çaba göstererek canlandırdığı ve filme adını veren karaktere hayat vermiş. Sonra reklamlarda oynamaya gelmiş sıra; ama önceleri pek istenmeyen işleri yapmış. ("Artık iltihaplı hemoroid dokularını preparat H'in oksijen etkisiyle rahatlatabilirsiniz!" diye tatlı tatlı söz vermiş klasik reklamlarının birinde.) Ama Cranston'ın nezaketi, sevimliliği ve ulusal televizyon kanallarında poposundaki iltihaplardan bahsedebilme cesareti onu kısa zamanda cast seçimi yapan firmaların favori aktörleri arasına sokmuş. Hatırlayabildiği kadarıyla 'iki numaralı memur' ve 'partideki sarhoş adam' gibi roller almaya başlamış. 1983 yılında nihayet adı ve soyadı olan bir rol kapmış: New York'ta çekilen bir pembe dizi olan 'Loving'de Douglas Donovan olmuş. Bu başarı Cranston'ın kendi başarı listesinde hâlâ önemli bir yer tutuyor. Öğle yemeğinde bundan bahsederken "Bir eşiği aştığımı hissetmiştim," diyor.
Kapının kendisi çok uzakta olsa da fuayeyi kötü bir yer olarak görmemiş. Pembe dizilerin en popüler zamanında rol arkadaşı ve dizide Cranston ile aynı kadınla evli olan (elbette birbirlerinden habersiz) John O'Hurley'e göre "'Loving' içlerinde en kötüsü" olsa da aktörlere ortalama bir şöhret sağlamış. "Ünlülerin yaptığı şeyleri yapabiliyordunuz, mesela 'Family Feud' gibi şovlara konuk oyuncu olarak çıkabiliyordunuz," diyor O'Hurley. "O zamanlar için çekici bir yaşam biçimiydi."
'Loving' hızlı değişen bir hikâyeye ve karakterlere sahipti, bu yüzden oyuncular diziye kendi aralarında 'Leaving' diyorlardı; iki yıl sonra Cranston da diziden kovuldu. O günlerde ikizleri canlandıran O'Hurley "Sanırım Douglas Donovan birden ortadan kayboldu," diye anlatıyor. Cranston ise 'Baywatch', 'Falcon Crest' ve 'Hill Street Blues' gibi dizilerde birkaç bölümlük rollerde oynayarak geçinmeyi başarmıştı. Ayrıca Comedy Store ve Playboy Club gibi komedi kulüplerinde açık mikrofon gecelerinde sahneye çıkıyordu, çünkü söylediğine göre bunu yapmaktan korkuyormuş. Kötü değilmiş –şoför bunu söylediğinde kıkırdıyor – ama bu yaşam biçimini sevmemiş. O dönemde yeni tutkusu olan aktörlük yüzünden Sinsi Pete hali pek kalmamış ve gece geç saatlere kadar öyle mekânlarda takılmak "Sabah erken kalkmalıyım." ruh haline pek uymuyormuş. Bu yüzden vazgeçmiş. "Bir atasözü vardır: 'Gece yarısından sonra iyi bir şey olmaz,' derler. Ben bu lafa inanıyorum," diyor. "Daha tehlikeli saatler onlar; hırsızlar, sarhoşlar, kötü sürücüler... İlgimi çekmiyordu."
Motosikletle gezen, fahişelerle takılan, edepsiz şakalar yapan bir aktör olduğunu düşündüğünüzde Cranston size biraz eski kafalı gibi gelebilir. O ise bu durumdan neredeyse gurur duyuyor, canlandırdığı bunca karakter içinde kendisine en çok benzeyenin belki de geçen yıl çektiği 'Why Him?'deki baba olduğunu söylüyor. "İyi bir adam o," diyor Cranston. "Evli, çocukları var, doğru olanı yapmaya çalışıyor, etrafındaki çılgınca şeylere inanamıyor." Bir hafta sonra San Fernando Vadisi'ndeki mütevazı evinin kapısını koşu şortuyla ve yüzünde şaşkın bir ifadeyle açan Cranston işte bu versiyon. Saat sabahın yedisi ve karısı Robin Dearden birden bir dış başlıklarından birinin su sızdırmaya başladığını söylüyor. "Duş başlığı," diye tekrarlıyor Cranston şaşkın bir halde. "Yıllarca iyi çalışıyor ve sonra birden…"
Yoga taytı giymiş, gözleri parlayan bir esmer, Dearden. Bana bir kupa kahve veriyor ve beni oturma odasına alıyor. Oturma odası özellikle normal olması için üzerinde çalışılmış gibi, 'İYİ BABA' yazılı çerçevelerdeki fotoğraflara kadar hem de. Pencerelerin birinden arka bahçedeki ağaç evi görünüyor. Dearden ve Cranston 'Airwolf'un 1986'da çekilen bir bölümünde tanışmışlar; Cranston kabarık saçlı bir fidyeci, Dearden ise kabarık saçlı bir rehineymiş ve yirmi sekiz yıldır evliler. Bu süre Hollywood açısından bakılınca sonsuzluk kadar uzun.
"Biz gerçekten de çok iyi anlaşıyoruz," diyor Airwolf günlerindekinden çok da farklı görünmeyen Dearden. Sadece o kabarık saçlardan kurtulmuş. Kızları Taylor doğduktan ve Cranston Malcolm in the Middle'daki rolü aldıktan sonra oyunculuğu azaltmış. Şimdi kocasına bir nevi danışmanlık yapıyor, senaryolarını okuyor ve çeşitli projeleri hakkında önerilerde bulunuyor. Birbirlerine açıkça düşkünler. "Robin benim her alanda ortağım," diyor Cranston otobiyografisinde; "O benim aşkım."
Düzenli bir aile hayatı Cranston açısından çok önemli, bu durum kısmen, kitabında da dediği gibi, çalışırken 'çılgınlık yapabilmesine' de olanak sağlıyor. "Ayrıca çocukken ailem pek sağlam değildi," diyor. "Bu beni gerçekten korkuttu, daha 10 yaşındaydım ve 'Anlıyorum; annem var, babam var. Hayat böyle bir şey,' diyordum. Sonra birden hepsi kayboldu," diyor. Tam da bu yüzden 'Walter White' veya 'Last Flag Flying'deki zayıflıklarını acımasız ve duygusuz konuşmalarıyla saklayan ve duygularını alkolün içinde boğan Sal gibi 'bir şekilde yaralı' karakterlerle bir bağ kurabildiğini düşünüyor. "Bu adamın duygusal gelişimi bir sebeple yarım kalmış," diyor Cranston; "O kadar büyük bir acı içinde ki bulabildiği her türden eğlenceye ihtiyacı var."
"Birçok açıdan kariyerimi hayatım için bir terapi gibi kullandım sanırım," diye devam ediyor Cranston. "Bence bir şekilde rahatsız karakterleri canlandırmak bana büyük fayda getirdi, içimdeki karanlık tarafları bu karakterlere doldurdum ve katarsisvari bir rahatlama yaşadım."
Dearden kocasının asla bu karakterleri eve getirmediğini söylüyor. Kaotik çocukluğu da Dearden'a göre beklenmeyen bir fayda sağlamış. "Sanırım kötü şeyleri zaten yaşadığından hiç endişelenmiyor," diyor. Bana dönüp ekliyor: "Sanki hiçbir kaygısı yok."
Ama bu sabah Cranston biraz sarsıldığını itiraf ediyor. Bir önceki gece Trump, Charlottesville'deki şiddet olaylarında 'birden fazla tarafın suçlu olduğuna' ilişkin o konuşmayı yapmıştı. Cranston bundan rahatsız olmuş. "Çok rahatsız ediciydi," diyor başını sallayarak; "Bu adamda hiçbir ahlaki temel yok."
Pittsburgh'da 'Last Flag Flying'in çekimleri sırasında başkanlık seçimleri yaklaşmıştı. Cranston ve Carell kapı kapı gezip Hillary Clinton için oy istemişler. Film de zaten ciddi oranda politik. Richard Linklater, filmini bıyıklı Jack Nicholson'ın oynadığı, 1973 tarihli Vietnam Savaşı karşıtı bir yol hikâyesi olan ve Hal Ashby tarafından yönetilen 'The Last Detail'in bir 'yankısı' olarak tanımlıyor. 'Last Flag Flying', 2000'li yılların başında üç Vietnam gazisinin bir araya gelerek içlerinden birinin Irak Savaşı'nda sebepsiz ve canice öldürülen oğlunun cenazesini eve getirmesini anlatıyor. Cranston'ın karakteri, güncel politik ortam da göz önüne alındığında en önemli laflardan bazılarını ediyor. "Ülken sana yalan söylediğinde, bu her şeyi değiştirir," diyor bir noktada. "Filmin mesajı askere alınan kadın ve erkeklerin hükümetin piyonu olduğudur," diyor Cranston; "Bu tek başına yanlış bir durum değil. Ama hükümete güvenmek ve hükümetin doğru sebeplere harekete geçtiğine inanmak istersiniz."
Cranston kesinlikle partizan bir misillemeden korkmuyor. "Politik duruşum veya insanların filmimi beğenmemesi nedeniyle hayranlarımdan bir kısmını kaybedeceksem kaybedeyim," diyor. "Ben inandığı şeyleri savunan biri olmayı tercih ederim." Spor ayakkabılarını bağladıktan sonra ayağa kalkıyor. Yola koyulma zamanı. Cranston ve Dearden, Cranston evde olduğunda sabahın erken saatlerinde yürüyüşe çıkmayı seviyorlar. Güneş tepelerin üzerinden doğuyor ve Cranston güneş ışıkları şehrin üzerini bir battaniye gibi örten sisi dağıtmadan önce yola çıkmayı seviyor. "Sabahın
ilk saatleri bence çok özel," diyor.
Cranston, evlerinin etrafındaki yasemin kokulu sokaklardan geçerken. "Hava taze, ortalık sessiz, çok az insan var, hiç trafik yok. Kısacık bir süre."
Tepeye doğru yol alırken birkaç koşucuya rastlıyoruz. Koşucular, tanımadıkları kişilere kıyasla Cranston'ı biraz daha coşkulu biçimde selamlıyorlar. 'Breaking Bad' öncesinde kısmen ünlüydü, ama bu dizi başladıktan sonra çok kısa sürede çılgınca ve boğucu bir ilgi başlamış. "Hey, ne oluyor dedik," diyor Dearden. "Her yerden davetler gelmeye başladı."
Yine de ilginin böylesi biraz dengelerini bozmuş. "Yukarılara tırmanmak için sizi kullanmak isteyen bir sürü dalkavuk ortaya çıkıyor," diyor Cranston, biz de tam tepeye tırmanırken. Aynı şekilde kariyeri boyunca bir sürü insan için bir merdiven vazifesi görmüş. 'Breaking Bad' döneminde Cranston'ın bir sürü arkadaşı konuk oyuncu olarak görünmüş; karısı, kızı ve Robert Forster de buna dahil. Cranston Broadway'de Lyndon B. Johnson'ı canlandırdığı ve kendisine Tony Ödülü kazandıran 'All the Way'de aktörlüğe ilk başladığı dönemlerden bir arkadaşının yan rollerden birini almasını sağlamış. Prodüksiyon şirketi Moonshot'taki ortağı ise eski menajeri James Degus: Brooklyn'de seyrettiğim Sneaky Pete bölümünü 1997'de bir TV pilot çekiminden tanıdığı biri yönetmiş; Malcolm in the Middle'daki oyunculardan biri 'Dangerous Book'ta da oynamış. Hatta Cranston'ın John O'Hurley ile birlikte geliştirdiği bir projesi de var. Hayali ise "'The Grand Budapest Hotel' gibi bir film çekmek; tüm oyuncuları, ekibi ve prodüktörleri aynı yerde konaklatmak, gündüz bir film çekmekle yetinmeyip akşam da birlikte aile yemeği gibi yemekler yemek."
Dearden bunu duyunca inceden iç geçiriyor. Kocasının tek gerçek hatasının 'sürekli çalışma ihtiyacı' olduğunu söylüyor şefkatli bir sesle; "Onun için heyecanlanıyorum, ama onu özlüyorum da. İşin en zor kısmı o, çünkü yalnızlık kolay değil. Üstelik artık yaşlandık, yani…"
Cranston gülüyor. "Yani yaşlılık ufak bir uyuklama ile dindirilebilir."Bu sonbahar Londra'da birlikte zaman geçirecekleri için heyecanlılar. Cranston Ulusal Tiyatro'da 1976 yapımı 'Network' filminin tiyatro versiyonunda oynayacak. Cranston da bu hızın uzun vadede sürdürülebilir olmadığını kabul ediyor. "Beş veya altı yıl daha tüm gücümle çalışabilirim, belki 20 yıl daha aktif olabilirim," diyor bana. "Sonra, kim bilir?"
"Altmış yaşına gelince insan 'Eh, son üçte birlik kısma girdik,' diyor" diyor Dearden tepeye varmak üzereyken. "Son cephe karşımızda duruyor. Sen de 'Pekâlâ…' diyorsun." Cranston karısının sözünü tamamlıyor. "Kalan süreyi nasıl yaşamak istiyorsun?" Zirveye ulaştık. Cranston etrafına bakıyor. "Aslında biraz kasvetli," diyor. "Müthiş, değil mi?" Artık aşağı inme ve işe koyulma zamanı.