Derviş Zaim
Yönetmen, 52
Röportaj: Özge DİNÇ
Fotoğraf: Arda GÜLDOĞAN
Muhtemelen tıp okuyacaktım. Sınavdan önceki gece içimden bir ses "Kalk!" dedi. Tıbbı sildim, Boğaziçi Üniversitesi İşletme'yi yazdım.
İnsanın potansiyelini çok fazla belli bir alana akıtıyoruz, oysa hayat, hep değişen, akan, kendisine akabileceği mecralar arayan bir şeydir. Hayat, çık dışarı, ne olacaksan ol'dur. Çıkıp o yolculuğu yapmak gerekiyor. Bunu yapmayan insan da ruhundaki bir şeylere ihanet eden adamdır.
İnsanı insan yapan, ejderhalarıdır. Ne olursa olsun, insanın o mağaraya girip ejderhasıyla boğuşması gerekir. Benim de karşıma çıkan bir sürü irili ufaklı ejderha oldu. O ejderhalar iyi ki var.
Savaş nedeniyle, 30 sene Kıbrıs'a gidemedim. Birden karar verip gittim. Çocukluğumun oyun parkında otururken polise yakalandım.
İlk filmimi anneanneme ithaf ettim, çünkü beni o büyüttü. Harika bir insandı, onu halen özlüyorum.
Üstün Barışta, Boğaziçi'nde sinema tarihi estetiği derslerini veriyordu. Beni setine davet etmek gibi bir incelik gösterdi. Bir set ortamının nasıl olacağını ilk kez gördüm. Bunlar o yaştaki bir çocuk için önemli şeylerdir.
Keşke klasikleri yeniden okusam… Hüsn ü Aşk'ı daha farklı yorumladığımı fark ediyorum, ama son on sene olmasaydı böyle yorumlamazdım.
Londra'da az bütçeyle film çekmeyi öğreten bir atölyeye katıldım. Atölyede eğitimcinin film yapabilme cesaretini nasıl bağışladığını gördüm. Bunu İngilizler, siyahi Amerikalılar yapabilecek gibiyse ben İstanbul'da yaparım, dedim. O düşünce, 'Tabutta Rövaşata'nın kuluçkasını besledi.
İlk filmim yokluklar içinde çekildi. Filmde Ahmet Turgul'un ilk çaldığı otomobil, kendisinindi. İkinci otomobil, görüntü yönetmenindi. O film için hiçbir oyuncu para almadı, onlara teşekkür borçluyum.
İlk filmimin parasını annemden aldım. Annem Luis Buñuel'in annesinin söylediğini söyledi: "Zaten senin adam olmayacağını biliyordum."
'Tabutta Rövaşata'da Reis karakterini yazarken aklımda tek bir isim vardı: Tuncel Kurtiz. Leman Kültür'de stand-up yapıyordu. Yanına gittim. Senaryoyu çok beğendi, ama sonra beni sürüm sürüm süründürdü. .
Bazen insan bir armoniyi yakalamak için film yapar. Hayatın kendisi de bizi bütün içeriğiyle 'Siren'ler gibi armoniye çağırabilir.
Kendimi büyük bir denizin kıyısında çakıl taşı bulmaktan hoşlanan bir çocuk gibi görüyorum. O çakıl taşlarını sürekli merak ediyorum.
Bir yolcudan çok yolun kendisi olmaya çalışıyorum. Yolun kendisi olmaya çalışan kişi, yolculuğunu bir elmas gibi tıraşlamaya başlar.
Sinemadan alınabilecek en büyük ödül, yapmak istediğin filmi, istediğin koşullarda ve sıklıkta yapabilecek bir kariyere sahip olmaktır.
Kökleri geçmişte olan ve geleceğe uzanan, her an yeniden yaratılması gereken kültür, bu anın gerektirdiği koşullar çerçevesinde nasıl inşa edilmelidir? Yapmaya çalıştığım şey, bunun cevabını bulmak.
Yaptığım her filmde bir esin var. 'Nokta'daki kitap çalma hikâyesi, Konya'daki bir kütüphanedeki kitap hırsızlığından izler taşıyor. 'Cenneti Beklerken'deki şehzadenin resminin yapılması, Sultan Sencer zamanında yaşanan bir vakadan gelir. 'Çamur' filminde Gökçeada'da sahilde gördüğüm, insanların sürüp kuzguni siyah oldukları şifalı çamurdan esinlendim.
'Tabutta Rövaşata'ya ilham olan Dursun'u bütün Rumeli Hisarı bilirdi. Otomobil çalar, sonra aynı yere bırakırdı. Çok da kötü kokardı ve bir otomobilin çalındığı kokusundan anlaşılırdı. Filmi çekmeye başladığımızda ortalıktan kayboldu. Filmden sonra geldi. "Benim filmimi çekiyormuşsunuz," dedi. Ne yazık ki bir otomobil çarptı ve vefat etti.
Senaryoyu hızlı yazarım. Yazmak için hiçbir ritüele ihtiyaç duymam.
Filmler, bir Gestalt'tır. Gestalt, onu oluşturan şeylere indirgenemeyen bütündür. Ben de filmleri diyaloglara, olay örgüsüne indirgeyemem.
İnsan anı yaşamıyorsa o anı temsil edemiyor. Senaryo yazdığınız anla setteki an arasında fark var. Mesela senaryo yazarken sette bir bulutun güneşi kaplayacağını fark etmeyebilirsiniz. Bütün bu iyi ve kötü şeyler, 'an'ı oluşturur. Yönetmen de, bu enerjileri fark edip onları süzen bir zavallıdır.
Filmlerimde oynama sebebim, mecburiyetti. 'Tabutta Rövaşata'daki çocuk kötü oynayacaktı ve az filmimiz kalmıştı. "Sen otur, ben oynayacağım," dedim. 'Cenneti Beklerken'de kadıyı oynayacak Kayserili avukat sete gelmeyince ben oynadım. 'Gölgeler ve Suretler'de Nadi Güler İstanbul'dan gelemedi, komutanı ben oynamak zorunda kaldım.
Dört filmimi, 35mm'yle çektim. 35'le fi lm çekmeyi Everest'e tırmanmak, dijital kamerayla film çekmeyi Kaçkarlar'a tırmanmak gibi görüyorum.
Dünya sineması şu anda renksiz, kokusuz, birbirine benzeyen bir obalar bütünü haline gelmeye doğru meylediyor, bu benim canımı sıkıyor.
Nadi Güler benim nazar boncuğum. Bütün filmlerimde oynadı. Nadi'siz bir fi lm, sarı rengin olmadığı bir Van Gogh tablosu gibidir benim için.
Hayat, Güllü Agop'un tiyatroyu anlatışı gibi: "Birinci perde: Âşık çıkar, aşkını icra eder. İkinci perde: Zalim koca çıkar, zulmünü icra eder. Üçüncü perde: Komik çıkar, ne b.k yerse yer." Ben de bu zulüm, komedi; bu gitmeler gelmeler arasında kendimi ruhen zengin tutmaya çalışıyorum.
50 yaşına kadar hem sabrı hem sabırsızlığı hem tahammülü hem tahammülsüzlüğü öğrendim; öğrendiklerim hepsinin bir karışımıydı. Kendimi yürüdüğüm yola layık hale getirmeye gayret ediyorum.