Süheyl Uygur - Babamdan Ne Öğrendim?
59 yaşındaki oyuncu ve sunucu Süheyl Uygur babası Nejat Uygur'dan neler öğrendiğini anlattı...
Röportaj Kaan SANCAR
Fotoğraf Ömer Faruk GÖKALP
Rahmetli, hem babamız hem de patronumuzdu. İlk defa 1976 yılında, 18 yaşındayken onunla aynı sahneyi paylaşmıştık. Oynadığımız oyunun ismi 'Tırt'tı. Onunla aynı sahneyi paylaşmak muhteşem bir deneyimdi. Ev içinde aynı hayatı paylaşmak da bizim için bir ayrıcalıktı.
Sanırım, 70'li yılların başıydı. Babamız 'Cafer Bey' ismindeki ilk filmini çekmişti. Ekranlar siyah-beyaz o zamanlar, tabii. Okulu kırıp babamın filmine giderdim. Tabii, o zamanlar korkudan bunu annem ve babama söyleyememiştim. Yıllar sonra itiraf ettiğimde çok gülmüşlerdi.
Hiç unutmam bir bayram arifesiydi. Babam bütün kardeşlerime bayram hediyesi almıştı. Kimine kazak kimine pantolon. Ayakkabı zaten herkese alınırdı. Bana aldığı kazak da bana olmamıştı. Oyunu vardı o gece. Oyunu bittikten sonra gece geç saatlerde eve geldi. Annemle beraber benim çok üzüldüğümü görünce bir taksiye atladık. Gecenin 03.00'ünde açık dükkân aramıştık, sırf ben mutlu olayım diye. Sırf çocuğunu mutlu etmek için koşuşturmuştu.
İşine çok sadık biriydi. Klasik tiyatro babamın hayatıydı. Oyundan neredeyse altı saat önce sahneye giderdi. Ekibindeki herkesin de en azından bir buçuk saat önceden orada olmasını isterdi. Geç gelenler imza atardı. Onlara kızardı sonrasında. Tiyatroyu mecbur kalana dek bırakmadı. Televizyon ve sinema işi de yaptı ama bunları geçinmek için yaptı, çok fazla sevemedi.
Sanatın her alanına düşkündü. Oyunda verilen kısa aralarda herkes çayını, kahvesini içerken babam soyunma odasında çiçek ve palyaço resimleri yapardı. Bunun dışında büstler yapar, şiirler de yazardı.
En büyük sevdası uçaklardı. Babamın gençliği Sarıyer'de geçti. Sarıyer'de lakabı 'Pilot Nejat'tı o yıllarda. Japon oyuncakçılardan uçak topladığını ve eliyle kendi kendine uçak maketleri yaptığını hatırlıyorum. Gösterileri izleme fırsatı olduğunda da hiç kaçırmazdı.
Evin içinde tatlı-sert bir adamdı. Sahnede de öyleydi. Nejat Uygur'la oynamak çok zordur. Ben de ilk başta onunla oynarken çok zorlandım. Çünkü ne yapacağı belli olmayan, senaryoyu bırakarak doğaçlama yapabilen bir oyuncuydu. "Senaryo var, tamam. Ama beni dinlerseniz, takip ederseniz ne demeniz gerektiğini çözmüş olursunuz, zaten." derdi. Arada ters köşe de yapardı. Sahnede o an aklına bir şey gelir, söylerdi. Seyirci gülerdi ama karşısındaki oyuncunun da donup kalmaması gerekirdi.
Babamı en iyi anlatan eylem 'pes etmemek'. Bu ülkede tiyatro yapmak oldukça zor. Hele geçmişte, mesela 60'lı yıllarda çok daha zormuş. Ekibinin yükü de omuzlarında, tabii. Çok fazla zorlukla karşılaşmış ama hiç pes etmemiş. Dekorunu kendi yapar zaten ama gerektiğinde gişede durup bilet de satmış. Askere giderken bir arkadaşına da şöyle demiş: "Ben askere gidiyorum. Bir gün İstanbul'a dönersem, kral olarak döneceğim." Hakikaten de yıllar sonra hem İstanbul'da hem de Türkiye'de kral oldu.
Bir gün babama dedim ki, "Baba ben oyuncu olmak istiyorum.". Bana o zaman, "Önce insan olacaksın, sonra sanatçı olacaksın. Yaptığın işi bunun ardından başarıyla yapabilirsin." demişti. O zamanlar ben daha küçüğüm anlayamamıştım ama ileride bu sözler Behzat'ın da benim de kulağımıza küpe oldu. Evlatlarıma da bunu aşılamaya çalışıyorum.
Fiziki olarak beni babama çok benzetiyorlar. Yalan yok, ben saçımı boyatıyorum. Behzat kadar olmasa da benim beyazlarım var. Bir ara saçımı boyamadım, beyaz bıraktım. Bir baktım sahnede babama çok benziyorum. Bunu istemedim ben. Çünkü o bir tane. Ne yapsam benziyorum, aslında. Sahnede de beni çok benzetirler; jestlerimi, mimiklerimi, hareketlerimi... Çalışkanlığımı ve çabukluğumu da ona benzetirler.
Behzat'la Anadolu'ya gittiğimiz zaman fark ettik, Anadolu'daki tüm halkın babamız Nejat Uygur'la ilgili bir anısı var. Mesela, Adana'ya gidiyoruz vatandaş diyor ki, "Nejat abi buraya gelmişti, konuşmuştuk." Samsun'a gidiyoruz, "Abi böyle böyle." diyorlar. "İyi ki Nejat Uygur'un oğluyum!" diyorum çoğu zaman. Benim için gurur verici bir şey.
Hasta olmadan önce tiyatro oyunu oynamadığı zaman saat 21.00-21.30'a doğru, oyunlar genelde bu saatlerde başlardı, huzursuzluğu tutardı. Sonra "Çocuklar oyun vakti yaklaşıyor. Benim bütün huzursuzluğum ondan." derdi.
Yaşasaydı tiyatro yapmaya devam ederdi. 80 yaşında hastalandı, 86 yaşındayken de kaybettik. Hiç unutmam, babamı hastaneye kaldırdık, yoğun bakımdaydı. Aşağı yukarı 10 gün kadar yoğun bakımda kaldı. Behzat'la beraber yanına gittik. Babamla konuşuyoruz, gözleri kapalıydı. "Baba," dedik, "İyileşin beraber oyun yapacağız." Birden gözlerini açtı. Tiyatroya o denli bir tutkuyla bağlıydı.
Hastalığının ilk zamanlarında biraz daha iyiydi. Bilinci kapalı değildi ama yine de şuurunda bir şeyler vardı. Ben babamı tekerlekli sandalyeyle gezdirirdim. Yıldız Parkı'na götürürdüm, onu. Babam konuşmasında güçlük olsa da şöyle derdi: "Bir gün tekerlekli sandalyeyle de olsa sahneye çıkmak istiyorum."
Babamdan şunları öğrendim: Bir iş yapıyorsan, o işi aşkla yapmalısın; asla vazgeçmemelisin ve evini asla ihmal etmemelisin. Babam evini asla ihmal etmezdi. Otoriter bir kişiliği vardı, evet, ama bir yandan da evin içinde ailesini eğlendiren, güldüren biriydi. Bunu da zorla değil, içinden geldiği için yapardı.
Bazen babamın eski videolarına bakıyorum veya televizyon ya da internette denk geliyorum. O anlarda şunu fark ediyorum: Meğerse en çok sesini özlüyormuşum. Dün bir arkadaşım da, mesela, bana babamın yıllar önce oynadığı bir reklam filmini gönderdi. Rahmetli Yüksel Özen'le birlikte oynamışlar. İnsan hakikaten bir tuhaf oluyor. Nur içinde yatsın, onu çok özlüyorum. Burnumda tütüyor.