O yüzden dar jean'leri ve saçları boyatmayı dert etmiyor. Hatta dans etmek isterse dans da edebilir: "Evet, bunu yapabilirim. Yaptım da. Yaşlanma konusunda fazla düşünmüyorum. Nasıl davranmak istiyorsam öyle davranıyorum, nasıl davranmam gerektiğini düşünerek değil. Üstelik 20'li yaşlarımdan çok da farklı hissetmiyorum kendimi. Bir şeyler öğrenmedim değil, elbette öğrendim. Ama o zaman hayatı nasıl karşılıyorsam şimdi de öyle karşılıyorum. Hangi işi kabul edeceğime karar verirken içimdeki sesi dinliyorum ve ona uyuyorum, her zaman da böyle yaptım."
Ewan McGregor'dan öğrenilecek bir şey varsa – elbette ki var: Neticede o Ewan McGregor – o da tavrı. Ewan'ın Tao'su. Ewan'ın hayat yaklaşımı. İyimser, açık, iyi kalpli ve korkusuz. Kimse 'Hayatı Seç'i onun kadar ciddiye almadı. O zamandan bu yana neler yaptığına, ne kadar dolu ve güzel bir hayat kurduğuna bakmanız yeter. Kocaman bir aile (bir eş ve dört kız çocuğu), görkemli bir kariyer (1993'teki başlangıcından bu yana IMDb'ye bakılırsa 78 eserde oyunculuk yapmış, yani yılda ortalama dört çalışma), büyük ve global maceralar (iki, yakında üç olacak) ve halen devam eden Birleşik Krallık UNICEF Elçiliği. Arkadaşı yönetmen Rodrigo Garcia'nın dediği gibi "Bunlar ürkek birinin yapacağı seçimler değil." Üstelik McGregor hiç de işi başından aşkın görülmüyor, sürekli gülümsüyor. "Evet, ben mutlu bir adamım," diyor sırıtarak; "Umutluyum, insanları seviyorum, kendimi kötü hissetmem için bir neden yok. Niye hissedeyim ki? Bu hayata sahip olduğum için çok şanslıyım."
Burada McGregor'un annesinin de hakkını yememek lazım. Onu her zaman büyük düşünmeye yönlendirmiş. 16 yaşında okulu bırakıp drama eğitimi almak istediğinde annesi "Hadi bakalım, git." demiş. İskoçya'da, Perth yakınında ufak bir kasaba olan Crieff'te büyümüş ve ne annesi ne de babası sanatla ilgileniyormuş (ikisi de öğretmendi). Ama amcası Denis Lawson bir aktördü (McGregor'un 1.000 defa seyrettiği Local Hero (1983) fi lminin yıldızıydı.). McGregor da onun gibi olmak istedi; bir aktör ve Kuzey Londra'da yaşayan bir bohem olacaktı. Başarılı bir başlangıç yaptı: İlk ciddi rolü Denis Potter'ın TV dizisi 'Lipstick on Your Collar'da bir başroldü. O sırada Homerton'da, Kingsmead Estate'te yasa dışı olarak kiralanmış bir belediye evinde yaşıyordu; ama şimdiki geliriyle amcasının hayal ettiği Primrose Hill'de oturmaya gücü yetiyor. Orada haftalık kirası 150 sterlin olan bir ev vardı: "Hayatta olmaz diye düşünmüştüm. Yani, ilk işimi almıştım, ama ne kadar sürecekti ki bu iş? Annem dedi ki 'Tut o evi, parasını karşılayacak işler bulursun, göreceksin.'"
Otomobile atlayıp oraya nasıl gittiğini, kaldığı o sıkıcı evin uzaklaşmasını dikiz aynasından nasıl seyrettiğini, eşyalarını yeni evine yerleştirişini ve Londra manzarasını seyretmek için Primrose Hill'de gezişini hatırlıyor. "O anda kendime 'Tamam, artık başka bir hayatım var,' demiştim. Asla arkama bakmadım."
'Trainspotting' fi lminde Daniel 'Spud' Murphy'yi oynayan Ewen Bremner,
McGregor'un o ilk zamanlarını hatırlıyor. "Çok kesin fi - kirleri olan biriydi," diyor. "Ona göre her şey ya siyah ya beyazdı: 'Bu çok kötü, bu müthiş, herkes şunu yapmalı…' Söylediği her şeye gerçekten inanıyor muydu bilmiyorum. Belki de güçlü görünmek istiyordu. Aslında hepimiz çocuktuk."
Ewan McGregor'u Bremner kadar iyi tanıyan pek az aktör vardır: Birlikte beş film yaptılar – Trainspotting, T2 Trainspotting, Black Hawk Down, Perfect Sense ve Jack the Giant Slayer. 1990'lar boyunca, Jude Law ile birlikte yaşayıp Angelina Jolie ile partilere katılırken Bremner onun yanındaydı. Gecenin sonunda herkes onun evine gelirdi. Bir tür Brit Pack'in bir parçası olan McGregor; Jude Law, Sadie Frost ve diğerleriyle Natural Nylon adlı bir prodüksiyon şirketini yürütüyordu. McGregor, eşi Eve Mavrakis ile de o zaman tanıştı ve 24 yaşında evlendiler (Eve, ilk çocukları Clara'ya 'Trainspotting' setinde hamile kaldı.). "Made in Scotland!" Ama işler nedeniyle 'Trainspotting' çetesi çeşitli yönlere dağıldı ve Bremner arkadaşını 'Black Hawk Down' setinde yeniden gördüğünde onun başka bir adam olduğunu fark eti. "Daha sessiz ve daha sakindi," diyor; "Tamamen değişmişti."
McGregor, şimdi buna gülüyor. "Evet, çünkü o ara ayılmaya karar vermiştim. Alkolsüz bir hayat yürütmeye çalışıyordum." (O günden beri bir damla bile içmedi.) Ama onu ayıltan faktörlerden biri de Danny Boyle'un ondan vazgeçmesi ve 'The Beach' fi lmi için bir başka bebek suratlıyla, Leonardo DiCaprio ile çalışmaya karar vermesiydi. McGregor o ana kadar Boyle ile üç fi lm yapmıştı: 'Shallow Grave', 'Trainspotting' ve 'A Life Less Ordinary'. Kendisini 'Danny'nin aktörü' olarak görüyordu. Ama bu sona erdiğinde kendini dümensiz, mutsuz biri olarak buldu ve sonraki neredeyse 10 yıl boyunca konuşmadılar.
Ancak bu sürede McGregor "Evet. demeyi seven bir aktöre dönüştü: Daniel Day-Lewis'in antitezi gibiydi. Özgeçmişine her türden fi lmler ekledi, büyük ve küçük – drama, aksiyon-gerilim, romantik-komedi, sanat fi lmi, büyük ilgi görecek ve gişe rekorları kıracak fi lmler. Çoğunu hatırlayacaksınız; 'Star Wars' ilk üç fi lmi, 'Moulin Rouge', 'I Love You Phillip Morris', 'The Ghost Writer', 'Beginners'. Ama bazıları yeterince ses getirmedi: 'Incendiary', 'Haywire', 'Miss Potter' ve 'Son of a Gun'. McGregor bu ikinci grup fi lmi de hit fi lmleri sahiplendiği gibi kolayca sahipleniyor. Orta yaşlarda "Pişmanlığım yok," demek kolay iş değil.