Daha olgun, daha cesur - Buğra Gülsoy
'Ünlü' kontenjanından olup hayatındaki değişimlerle birlikte 'Karakter' olarak da değişime uğrayan birçok isim gördük, görmeye devam ediyoruz. Üstelik şaşırmadan. Artık bizi şaşırtan 'normal' kalabilen oluyor. Tıpkı üçer yıl arayla istikrarlı bir şekilde üçüncü röportajını yaptığım Buğra Gülsoy gibi. Bu aralar atv'de yayımlanan yeni dizisi 8. gün ve yazıp yönettiği 'Mahalle' filmiyle yeniden aramıza dönen Gülsoy, bir kez daha sakinliğini bozmadan, istikrarlı bir şekilde sadece tutkunlarının peşinde koştuğunu bizlere ispatlıyor.
Röportaj: Seda Karan
Fotoğraf: Ömer Faruk Gökalp
Moda Editörü: Duygu Altıparmak
2012 Ocak, 2015 Nisan ve 2018 yine Nisan sayısı... Biri 'Pragma' ikisi de kapak çekimi olmak üzere tam üçer yıl arayla onunla bir araya gelmişiz. Takip edebildiğim kadarıyla son üç yıldır sağlığı, sıhhati ve keyfi yerinde. 'Aşk Yeniden'den sonra herhangi bir dizi projesinde yer almasa da üç yılda tam üç sinema filminde yer aldı. Tam, ne güzel sakin sakin gidiyor derken bir gün kendisinin yazıp çizdiği, üstelik rol alıp yakın dostu Serhat (Teoman) ile birlikte yönettiği, hatta elini cebine atıp yapımcılığını da üstlendiği filminin afişleriyle karşılaştık. Halbuki o, bundan üç yıl önceki konuşmamızda sinyalleri vermiş bana: "Ben yine tiyatro yapıyor olacağım, senaryolar yazacağım, belki bir gün gelecek yönetmenlik koltuğuna da oturacağım!" Neyse; tam kendisini takdir etmekle şaşırmak arasında gidip gelirken; ikinci salvosu, televizyon ekranlarında anons edilen ve sizin muhtemelen üçüncü bölümünü izlediğiniz yeni dizisi ile geldi. E, haliyle yine ve yeniden bir araya gelmek ve şöyle 'yakışıklı' bir kapak çekimi yapmak da elzem oldu. Yoğun set temposunun arasına sıkıştırdığı bir Cuma günü yaptığımız kapak çekiminin ardından Cumartesi günü evinde, Puddle cinsi köpeği Pudi eşliğinde yaptığımız röportaj sonrası yansıyanları birazdan okuyacaksınız. Ancak kişisel görüşümü soracak olursanız; bu genç adam ne istediğini çok iyi bilerek, emin adımlarla ve üstelik sakinliğini de hiç bozmayarak bizleri daha çok şaşırtacak!
Sohbete, son üç yıla neler yaptığını konuşarak başlıyoruz… Malum; kendisi gündemi, yazıp yönettiği üstelik rol da aldığı sinema filmi 'Mahalle' ve geçen ay ATV ekranlarında başlayan aksiyon dizisi '8. Gün' ile yeteri kadar dolduruyor bu ara. Beni bekletmeden hemen; "'Aşk Yeniden' bittikten sonraki ilk dizim bu. Bir dizi projesinde yer almak yerine biraz yazıp çizmeye ağırlık vermek istedim. Ama bu demek değil ki, boş durdum. Serhat (Teoman) ile kendi film projemiz 'Mahalle'nin çalışmalarına ağırlık verdik ve sonunda çektik. 2016'da Gupse (Özay) ile 'Görümce' filminde oynadım. Ardından 2017'de Özge (Özpirinçci) ile 'Acı Tatlı Ekşi' filminde yeniden bir araya geldik. Ki, filmin uyarlama senaryosunu da ben yazdım. Son olarak, geçen Şubat ayında vizyona giren Ferzan Özpetek'in yönettiği 'Cebimdeki Yabancı' filminde yer aldım. Bu arada bir de tiyatro oyunu yazdım; dileğimiz, yeni sezonda sahne alması. Açıkçası dizilerde yoktum ama benim için dolu dolu geçen bir üç yıl oldu. Kişisel anlamda da hem bu senaryo işleri, hem yönetmenlik hem de tiyatro derken kendimi de geliştirdiğim bir dönem oldu benim için. İş temposu ve yoğunluk dışında bu üç yıl psikolojik olarak nasıl geçti diye soracak olursan; aslında daha ileriye dönük ve daha emin adımlarla yürüyebileceğimi görmemi sağlayarak geçti diyebilirim. Bu son üç yılda neyi isteyip neyi istemediğimi daha iyi biliyorum. Mesela şu anda karşında en az üç dört yıllık planını kafasında oluşturmuş bir adam oturuyor."
Bunun bir nevi nadas süresi gibi bir şey ve oyunculuk için elzem olup olmadığını soruyorum. Hani derler ya; yüzü çok eskitmemek, oyuncunun hayranlarıyla arasına özlem katması gibi taktikler gerek diye…
"Taktik demeyelim de en son rol aldığım dizi; çok uzun soluklu olduğu için bayağı yorulmuştuk. Biraz dinlenmem biraz da kendi projelerime ağırlık vermem gerekiyordu. Dizinin hemen akabinde 'Mahalle'nin çalışmalarına da başladık zaten. Filmin montajı, diğer detayları derken zaman da hızla geçti. Bir de en önemlisi; ekranlara geri döndüğümde artık yine bir komedi yapmak istemediğimi biliyordum. İçime sinen bir senaryo olması için de bekledim biraz. Daha önceden dram projelerinde yer almıştım. 'Aşk Yeniden' komedi türünde bir mola gibi bir şey oldu bir bakıma. Şimdi içime sinen, aksiyon türünde bir proje ile geri dönmüş oldum. '8. Gün' ile farklı ve gizemli bir karakterle geri dönüyor olmak, açıkçası beni çok heyecanlandırıyor."
Bunun üzerine; bir oyuncunun hep aynı karakter üzerinden karşımıza çıkmasının bir nevi 'garanticilik' olduğu yorumunu yapıyorum…
O da beni onaylarcasına hemen fikrini belirtiyor: "Bence her oyuncunun kendine göre bir kalıbı 'olmamalı'. Bir oyuncu şekilden şekle, her duruma uygun olarak girebilmeli bence. Oyunculukta belli kalıpları seçip hayata devam etmek, bana göre bir seçimdir. Bana soracak olursanız; ben sürekli yeni bir şeyleri denemekten yanayım. Çünkü oyunculuk bana göre aynı zamanda heyecan da barındırıyor. Daha önce canlandırdığım duyguları, karakterleri en azından arka arkaya yaşayıp hayata geçiremiyorum. Ardı ardına farklı karakterlere bürünmek hem heyecanımı tetikliyor hem de oyunculuğumu geliştiriyor."
Seri katilleri canlandırdıkları 'Pragma' oyunu sonrasında yaptığımız röportajı biraz karıştırdığımda ve şimdilerde 'Mahalle' ile de karşılaşınca ister istemez bir parça 'korku' ve 'gerilim' içeren projelere yakın olduğunu hissine kapıldım. Hislerimde yanılmadığımı ispatlarcasına hemen kendi yorumunu yapıyor: "Geçen gün YouTube'da bir video paylaştım… Krzysztof Kie lowski'nin 'A Short Film About Killing' (Öldürme Üzerine Kısa Bir Film) adlı kısa filmiydi. O filmi ilk kez üniversite yıllarında izleme fırsatım olmuşu. Hatta paylaşırken; 'Bu film; toplum, birey, insan, suç ve suçlu üzerine bir başyapıt.' diye de yazmıştım. Zaten bu filmi izledikten sonra benim de iki tane fotoğraf karelerinden oluşan kısa ve deneysel filmim olmuştu. Bu film, 'Pragma' oyunu, ardından 'Inside' yani 'Mahalle' filmi ve üçüncü olarak da bu aralar yazmış olduğum tiyatro oyunu 'Inferno' için çok büyük bir esin kaynağıdır. Yani tiyatro, film ve tiyatro ile bitmiş olacak bir üçlemeden bahsediyorum. Bu film ile birlikte benim de kafamda suç ve suçlu psikolojisi üzerine bir aydınlanma oluştu. Sorunun yanıtını sanırım bu şekilde vermiş oldum. 'Pragma' ile başlayan bir üçleme yolculuğu böylece bitmiş olacak. Ve biz de artık Serhat, Emre (Erkan) ve Mert (Öner) ile kurduğumuz GET Yapım olarak artık son erkek oyunumuzu oynayacağımızı konuşuyoruz. Bundan sonra çok daha farklı ve 'kadın' işlerine yöneleceğiz."
'Mahalle' filmini biraz konuşmak istiyorum; haliyle daha genç yaşta (36) edindiği yönetmenlik tecrübesini soruyorum. Ne de olsa oyunculuğun dışında bir de yönetmenlik koltuğuna oturmak ayrı bir külfet ve sorumluluk getiriyor. Hem yaz hem oyna hem yönet, üzerine bir de varını yoğunu harca! Yoksa sadece bir oyuncu olarak al eline hazır senaryoyu, ezberle, işini yap, evine geri dön!
"Yorumun doğru, evet ama ben çok büyük bir keyif alarak yaptım ve yapmak da istiyorum. Oyunculuk da evet çok keyifli ancak bir oyuncu olarak sadece o dünyaya hizmet ediyorsunuz ama senaryo yazarken ya da yönetmenlik koltuğunda otururken o dünyayı siz kuruyorsunuz ve yönetiyorsunuz da! Tamamen kendi kafandaki doğrularla, anlatmak istediğin dertlerle kuruyorsun o dünyayı üstelik. 'Mahalle' aslında 'Pragma'dan sonra yazdığımız 'Dip' adlı oyunun ismiydi. Biz Serhat, Emre ve Mert ile oturup kafa patlattığımızda, derdimizi tiyatroyla değil de; film dinamikleri yoluyla anlatsak seyirciye çok daha başarılı bir şekilde ulaşabileceğimize karar verdik. Böylece senaryoyu yazmaya başladık. Serhat'ın da benim de bir gün yönetmen olmak gibi bir hedefimiz zaten vardı, onu hayata geçirmiş olduk böylece."
Tiyatro oyunundan bir film seti projesine geçiş sürecinin onları maddi, manevi zorlayıp zorlamadığını soruyorum. İşin teknik tarafı da cabası! Beni hiç meraklandırmadan anlatıyor: "Pragma'da cam bir küpün içindeydik ve seyirci bizi çevremizden izlemişti. 'Dip' oyununda da biz bir çukurun içinde oynayacaktık ve seyirci bizi yukarıdan izleyecekti. Oyunla ilgili rejisel bütün çalışmaları da yapmıştık. Oyun bir depoda geçiyor bu arada… Sonra dedik ki; oyun bir depoda geçtiğine göre bizim bu karakterleri anlamamız için karakterlerin depoya düşmeden bir öncesini anlatmamız lazım. Ardından, filmi yazmaya karar verdik. Yani anlatmak istediğim şu aslında; bizde projeler, 'Haydi bir film çekelim…' gibi oluşmuyor. Dediğim gibi zaten Serhat'ın da benim de yönetmenlik kafamızda olan bir şey olduğu için bunu omuz omuza yapmaya karar verdik. Oyuncular da her zaman içimizden, ailemizdendi. Bunların dışında sadece şunu söyleyebilirim; performansa dayalı bir film olduğu için Serhat ile sete çıkmadan önce halletmemiz gereken reji çalışmaları vardı. Bunun için de gerçekten çok özenli ve uzun uzun çalıştık.
Zor iş…
"Çok keyifli ama!"
Bir anlamda; bir anda sınıf başkanı oluyorsun gibi bir şey bu bana göre! Öncesinde alt kadroda yer aldığın arkadaşlarını daha sonra bir projede yönetmek zor olmalı…
"O yüzden diyorum ya; ilk filmimizde gerçekten birlikte çalışmayı sevdiğimiz arkadaşlarımızı topladık. Bu lüksün de büyük rahatlığı ve etkisi var tabii. Dediğin gibi hiç tanımadığın insanlar olsaydı yönetmek daha da zor olabilirdi. Çok keyifli bir süreçti, 'Mahalle'. Bu film ile sadece yönetmenlik sürecinde değil aynı zamanda iş bitiminde, bir işin kurulumunda kurgu ve ses tasarımıyla birlikte renk ayarının ya da müziğin ne kadar önemli olduğunu ve montajı görmüş olduk. Genele bakarsak bu iş, bizim için tam bir okul oldu."
Filmin ne kadar bir sürede tamamlandığını sorduğumda, hiç ikiletmeden yanıtlıyor: "Yazılması üç yıl, filme dönüşmesi ise iki yıl önce başladı. Hazırlık süreci ve herkesin uygunluğunu ayarlamamız geçen yıl Temmuz'u buldu. 15-20 günde çekimleri tamamladık. Sonrasında İstanbul Film Festivali'nde gösterime girdi. Biz filmi bitirdikten sonra tekrar izlediğimizde montajla ilgili değişiklikler de yaptık. Aslında senaryo birinci ve ikinci gün olarak akıyordu. Ancak şunu görmüş olduk; kâğıt üzerinde işleyen matematik reelde içimize bir şekilde sinmiyordu. Bu kez, günleri karıştırma kararı aldık. Son kurgu tamamen bu içgüdüden ortaya çıktı. O da büyük bir tecrübe oldu bizim için. Senaryodaki akışın kurguya hizmet etmediğini ve kurgunun asıl gücünü görmüş olduk böylece."
O anda biraz kafam karışıyor… 'Pragma', 'Mahalle' ve gelecek sezon izleyeceğimiz 'Inferno' üçlemesi bir hikâyenin parçası mı yoksa birbirinden bağımsız mı?
Şimdi… Birinciden başlayalım; 'Pragma' bir oyun; suç ve suçlu psikolojisini en uç örneklerle, yani seri katillerle anlatıyor. Seri katillerin inandıkları şeyi nasıl hastalıklı bir hale getirdiği ve yaşadıkları veriliyor, bu oyunda. Burada bitiriyoruz, nokta. İki; 'Inside', yani 'Mahalle'… Burada da hayatlarında suça hiç bulaşmamış insanların suça nasıl bulaşabileceği anlatılıyor. Bunun içinde bir de önyargılar var tabii. Evrensel bir şey anlatmak istedik; önyargılarla toplumun hiç sorgulamadan nasıl hareket ettiğini anlatmaya çalıştık. Bu da bitti, nokta. 'Inferno'da ise başka bir hikâye anlatıyoruz. Üçleme tamamlandığında bir anlamı olacak. Yani, hiçbiri birbirinin devamı değil."
Önyargıların da işin içine girdiği 'Mahalle'nin konusunu merak ediyorum bunun üzerine…
"Birlikte büyüyen üç yakın arkadaş… İşleri, güçleri rutin şekilde devam ederken mahalleye bir yabancı geliyor…"
Araya girerek, bu üç arkadaşın mutlu olup olmadığını soruyorum.
"Gayet mutlular; çünkü hayatları boyunca hiç sorgulamamışlar! Dünyevi dertleri var diyelim… Dediğim gibi mahalleye bir yabancının gelmesiyle mahallenin rutini değişmiş oluyor ve bir şekilde mahalle konseyi o yabancıdan kurtulmak istiyor. Filmdeki önyargı şu; mahalleli kadınlar mahalleye gelen adamın sürekli çocuklarla birlikte vakit geçirdiğine şahit oluyor. Bunu da mahallenin genç ağabeylerine anlatıp adamı 'tacizci' çıkarıyorlar. Ne zaman ki, bu üç arkadaş hem mahallenin kahramanı olmak hem de adamı yok etmek için depoya giriyor; işte o zaman mahallede dönen karanlık olaylar ve kendileriyle yüzleşiyorlar."
Önyargıdan devam edelim o halde… Başkası hakkında kolayca önyargıda bulunur musun?
İnsanlar ister istemez; birbiri hakkında önyargıda bulunuyor maalesef. Benim de başıma geldi. Sektörde biri hakkında konuşuluyor, yorumlar kulağınıza çalınıyor ister istemez… Sonrasında siz o kişiyle tanıştıktan sonra "E hiç de anlatılanlar gibi biri değilmiş…" diyebiliyorsunuz. İşte önyargının o noktada iki kişi arasında ne kadar kalın bir duvar örebildiğini görüyorsunuz. Kendi adıma, öyle çok önyargılı olmamaya çalışıyorum. Tabii bu olgunlaştıkça edinebildiğiniz bir yetenek oluyor bir zaman sonra. Dolayısıyla anlatılanlar doğrultusunda değil; yeni tanıştığım insanı kendi tanıma aşamamda tartıp biçmeye dikkat ediyorum. Benim hakkımda da mutlaka önyargılar oluşmuştur."
Bu tip durumlardan kendini nasıl arındırıyorsun?
Evden çıkmıyorum dermişim! Bizim işimiz egolarla, bir kere. Ben de mümkün olduğunca egolarımı dengelemeye çalışıyorum. Çünkü oyunculuk dediğiniz şey; ego işi. Başkaları hakkında önyargılı olmamaya, işimi yaparken de doktor doktorluğunu nasıl yapıyorsa, kırtasiyeci kalemini defterini nasıl satıyorsa ben de işimde kendimi geliştirmeye ve hep yaptığım işlerle iyi olmaya çalıyorum. Hiçbir zaman ün, şöhret üzerine bir derdim olmadığı için egolarımı da ün ve şöhret üzerinden şişirmeye çalışıyorum.
Verdiğin en büyük ego savaşı neydi peki?
Uzun bir süre düşündükten sonra yanıtlıyor… "Valla hatırlamıyorum."
Bir koltuğa iki karpuzu sığdırmışsınız ama… Daha ilk film deneyiminde iki kişinin yönetmenlik koltuğuna oturması, üstelik yönetim işini de en yakın arkadaşlarına karşı yapması biraz zorlamadı mı egoları?
Şimdi şöyle; Serhat, zaten benim dostum. Mert ve Emre ile de Get Yapım'ı oluştururken birbirimize karşı ego savaşımız yoktu, olmadı. Biz çok tartışırız, kavga ederiz ama herkes bilir ki bir tartışma yaşanırken aslında herkes tamamen işin iyi olması için fikrini savunuyor. Yönetmenlik koltuğunda otururken de böyleydi. Sadece şöyle bir şey oldu; bir sahneyi farklı şekillerde çekmek istediğimiz zamanlarda seti iki farklı versiyonuyla çekip montajda karar vermekte anlaştık. Dolayısıyla çok rahat çalıştık. Biz bir yandan da filmin yapımcılığını da üstlendik. Film Festivali'nde gösterime girdikten sonra MED Yapım ortak yapımcı olsa da biz kendi cebimizden harcadık her şeyi. Dolayısıyla ilk filmimizde önümüzdeki her şeyi cesurca ve acımasızca da eleştirdik. Montaja girip kendimi izlediğimde 'Yahu burada böyle mi oynanırmış?' dediğimi bile hatırlıyorum. Hiçbir zaman 'Süper bir film çektik, yaptık oldu.' demedik. Ama anlatmak istediğimiz şeyi anlatabilmişiz. Zira seyircide bunun karşılığını bulduğunu gördük. Kalabalık bir salonda seyirciyle birlikte izlediğin zaman iyi ya da kötü bütün tepkileri yüzlerinden alabiliyorsunuz. Biz hayalimizi gerçekleştirdik, bu yüzden çok mutluyuz.
Sinema eleştirmenlerinden ciddi sayıda olumlu, olumsuz eleştiriler geldi. Eleştirileri değerlendirir misin yoksa bildiğini mi okursun?
Tabii ki! Egoları dengeleme de bu zaten. Yaptığın işten emin olduktan sonra birilerinin çıkıp yorum yapması üzerine "Haklı." dediğiniz de oluyor, "Yanlış yerden görüp yorumlamış." dediğiniz de. Ama bazen okuduğunuz yazının tamamen size karşı duyulan önyargılar içinde yazıldığını da görüyorsunuz; 'Dizicilerin ne işi var yönetmen koltuğunda?' gibi… Bu önyargı meselesi gerçekten çok tehlikeli! 'Dizici' tanımlaması nasıl bir entelektüel kafasına işaret ediyor olabilir ki, diyor sizin için. Ya da sanıyor ki ben anamın karnından 'dizici' olarak doğdum; rol aldığım dizi bitince beni 'pause'luyorlar, başka bir proje geldiğinde de ben yine 'dizici' olarak hayatıma devam ediyorum. Bu arada dizi yapmak da kötü bir şey değil.
Dönüp dolaşıp yine önyargıya geliyoruz işte. Ben de hafiften tepkimi gösteriyorum… Sonuç kimine göre iyi kimine göre kötü ya da kimine göre vasat olabilir ama şöyle bir gerçek var ki; iki genç oyuncu tüm cesaretiyle bir projeyi yaratmış, üzerine yönetmenlik koltuğuna oturmuş, oyunculuk da yapmış. Üstelik ellerini ceplerine sokup tüm masrafı da üstlenmiş…
"Film vizyona girdikten sonra bir araya gelip 'Evet biz bunu gerçekten başardık. O yola çıkmak ve başarmak önemliydi. İçimiz çok rahat. Aslında şunu anlatmaya çalışıyorum… Ali Atay oyuncuydu, aynı zamanda yönetmenlik koltuğuna oturdu. Onur Saylak oyuncuydu, yönetmenlik yapmaya başladı. Gupse (Özay) oyuncuydu kendi filmlerini yazıp yönetiyor şimdi… Hiçbir ilk filmle eleştirmenlere küsmemeliyiz. Hiç kimsenin ilk filmini bir 'Nuri Bilge Ceylan' filmi gibi ya da başka 'auteur' olan isimlerin filmleri gibi değerlendirmemeliler. Bu saydıklarım gibi genç ve yeni birkaç kişiyiz ve sektörden kazandığımızı yine sektöre yatırıyoruz."
Şu anda kendine 'yönetmen' diyebiliyor musun?
Hayır, kendime 'oyuncuyum' da diyemiyorum. Ben her yeni işe başladığımda, sete çıktığımda o işi yapamayacakmışım gibi hissediyorum. Her yeni karakterin üzerinde işe sıfırdan başlıyormuşum gibi çalışıyorum.
Özellikle her kapak röportajında aynı duygular içine giriyorum...
Evet, işte sen de işini severek yaptığın için her yeni bir iş senin için ayrı bir heyecan oluyor. Eminim benim yanıma gelmeden önce kafanda bu röportajın kurgusunu yaptın ve bu çerçevede sohbeti yönlendiriyorsun.
Başka bir projede yine hem oyunculuk hem de yönetmenlik yapar mısın?
Valla ne yalan söyleyeyim; 'Mahalle' filmini bitirdikten sonra bir daha yönettiğimiz filmde oynamayız demiştik; artık o kadar yorulmuşuz ki!
İşin en komik tarafı kendini yönetiyor olman bence…
Tabii tabii! Serhat, hep şunu söylerdi: "Top atacağımız kimse yok abi! Kendimiz yazdık, kurguladık, senaryo haline getirdik; üzerine yetmedi oynuyoruz ve yönetiyoruz." diye. 'Kestik!' lafını bile biz söylüyoruz kendimize, düşünsene!
Dünya çapında idol yönetmenlerini soruyorum… Hiç bekletmeden yanıtlıyor: "David Lynch… Fincher değil ama Lynch. Ki; onu da çok severim. Metaforu çok güzel kullandığı için… Mesela 'Elephant Man' filminde kurduğu dünya mükemmeldir. Daha popüler sinemaya gelecek olursak; Christopher Nolan'ı çok severim. Stanley Kubrick'in neredeyse tüm filmlerini izlemişimdir ve bendeki yeri çok farklıdır. Arkadaşı Steven Spielberg de gerçekten çok iyi gözü olan ve çok iyi çeken bir yönetmen. Hatta kendisi her filminden sonra 'Ben sadece izleyici beni sevsin istedim.' der."
Senin sevilmekle ilgili bir derdin var mı?
Yok… Hemen yok, deyip kesip atmayayım… Ortaya bir ürün koymak, işimizin büyük bir parçasını oluşturuyor. Ben bu işe ilk başlayıp sahneye çıktığımda ayaklarım titriyordu. Beş dakika sonra o acizlik duygusu geçtiği anda kendinizi çok iyi hissediyorsunuz. İnsanların sizi beğeniyor olması çok güzel bir duygu, gurur veriyor, egolarınızı okşuyor. Sadece şundan eminim; hiçbir zaman beğenilere göre hareket etmedim. Eskiden önümü göremiyordum. Şu anda kafa olarak daha olgunlaştım.
Günlük mü yaşardın da, kafa olarak daha mı düzene girdin?
Yok, hiçbir zaman günlük yaşayan biri olmadım. Sadece yine çok uzun sürelerle değil ama en azından bir yıl sonra ne yazmak istediğimi, ne ortaya çıkarmak istediğimi biliyorum. Mesela uzun bir süredir kafamda bir bilimkurgu filmi var. Onun üzerine çalışıyorum.
Yeni bir projeye başladın. Zorlu şartlarda geçen bir dizi seti ve kendi projelerini aynı anda yürütmek zorluyor mu seni?
Evet, zor oluyor ama kafanızda yer etmişse onu bir şekilde gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Hırs gibi değil; kafanız sürekli çalışıyor.
Çalışırken gece-gündüz kavramın var mıdır?
Öyle kavramlarım yoktur. Aksine her ortama, her saatte uyum sağlarım ve yazarken televizyonun açık olması ve insanların etrafımda sohbet etmesi verimliliğimi arttırır. Bir kargaşa olsun, yeter benim için.
Çocukken, ders çalışırken de mi böyleydin?
Ders çalışmazdım pek! Bu arada, alakasız olacak ama Türk Sineması için çok umutluyum. Bir iki yıl öncesine kadar sırf komedi filmi yapılıyordu ama 'titreme komedileri'ydi bunlar. Son iki sezondur farklı ve kara komedinin de yapılabileceğini görmeye başladık. Özcan Deniz'in gerilim filmi gibi farklı türler de başladı. Artık sadece komediden çıkıyoruz ve bu çok güzel bir şey. Ben farklı bir şeyler denenmesini çok takdir ediyorum.
Cesaretle ilgili bir şey mi bu?
Evet, birilerinin bir şekilde önayak olması gerekiyor çünkü. Avrupa ve Amerikan sinemasını araştırdığınızda sinemanın komedi ile başladığını görürsünüz. Zamanla geliştikçe farklı tarzlar oluşmuş, geliştirilmiş. Şu anda bir Asya sinemasına bakın, komedi göremezsiniz. Bizde de komedi bitecek zamanla. Seyirci de bunu isteyecek, başka çaremiz yok.
Hayatımız zaten zorlu ve dram üzerine kurulu. Bir yandan da izleyici gülmek istemiyor mu?
İnsanlar gülmek mi istiyor yoksa insanlara biz mi gülün, diyoruz. Muamma! Bizde şu anda izleyici iki duygu için sinemaya gidiyor; gülmek ve ağlamak. Bu iki duygudan ve uçlardan kurtulup farklı duygular için de sinemaya gitmemiz gerekiyor." 'Gerçek' bir film izledikten sonra gülmeyeceğiz, ağlamayacağız ama 'çok iyi film olmuş,' diyebileceğiz.
Üç yıl aradan sonra yorucu bir tempoya geri döndün. Uzun bir rahatlık döneminden sonra gözün hiç korkmadı mı?
"Aman Allah'ım ben ne yaptım!" demedim elbette. Şaka bir yana ama projeye ve yapımcıya inandım. Senaryoyu da çok beğendim. Heyecanlı! Karanlığın içinde ışığını arayan bir adamı oynuyorum; değişik bir karakter. Bir de şunu içtenlikle söylemek isterim; şansım mıdır nedir hiçbir dizimde ya da setimde bir sorun yaşamadım. Yönetmenlerimiz Çağrı (Vila Lostuvalı) ve Ender (Mıhlar) ile çok iyi anlaştım. Ay Yapım ile daha önce çalışmıştım, aileye geri dönmüş gibi hissediyorum.
Vicdanlı bir adam mısındır?
Evet vicdanlıyımdır, çünkü elimden geldiğince empati yapmaya çalışırım. Aslında o empati duygusu insanın vicdanını geliştiriyor. Ama bu demek değildir ki zamanında hiç kalp kırmadım. Bu da önemli; çünkü hiçbirimiz dört dörtlük değiliz. Öte yandan 'Hayır,' diyebilmek de çok önemli. Kafamdan ne geçiriyorsam ne düşünüyorsam net bir şekilde söyleyebiliyorum artık.
Yavaş yavaş sonlandırıyoruz sohbetimizi… İşler güçler dışında aradan geçen bu üç yılda hayatında nelerin değiştiğini merak ediyorum. Mesela üç yıl önce konuştuğumuzda mutfakta hiç iyi olmadığını, menemen bile yapamadığını anlatmıştı.
"Bu süre zarfında çektiğimiz 'Acı Tatlı Ekşi' filmi için Mutfak Sanatları Akademisi'nde eğitim almıştık. Hayatımda ilk kez yemek yapma üzerine eğitim aldım. Çok da keyifliydi! Ancak yemek yapmayla ilgili bir yetim, isteğim yokmuş bunu anladım. Yemek konusunda üreten değil; tüketenim! Hâlâ bıraktığın yerdeyim anlayacağın. Kendimde şunu fark ettim; üniversite yıllarında çok daha fazla kitap okuyormuşum. O zamandan bu yana geçen zamanda okumak, teknolojiyle birlikte görsel bir şeye dönüştü ve hepimiz okumaktan çok izler olduk. Bu dönemde tekrardan okumaya döndüm, bunu söylemek isterim bir de."
Mahalle değişmiş bu arada…
Değişmedi aslında, burası da Beşiktaş diye geçiyor!
Bir değişim, bir tazelik mi istediniz hayatınızda?
Şimdi olay şöyle gelişti; biz Özge (Özpirinççi) ile Sivas'ta çekimdeyken Özge'nin erkek arkadaşı Burak (Yamantürk), Serhat'ı bu tarafa taşımış! Haberim olmadan! Bizim de her zaman birbirimize verdiğimiz bir sözvardı; birimiz taşınırsa hep beraber taşınacağız diye… Bir gün sonra biz de taşındık böylece. Bizim 'mahalle' semt değiştirdi anlayacağın, yine hep beraberiz.