Güner Özkul - Babamdan Ne Öğrendim?
Oyuncu ve model Güner Özkul, babası Münir Özkul'dan neler öğrendiğini anlattı...
Röportaj: Özge Dinç
Fotoğraf: Ömer Faruk Gökalp
Babam sürekli çalışmak zorunda olduğu için yatılı okudum, ama tatillerime denk gelen setlerde babamla birlikteydim. Arzu Film döneminde kemikleşmiş oyuncu kadrosu, senaryo aşamasından itibaren sürece dahil oluyor, sabaha kadar karakter analizi yapılıyordu. Bugün sinema hakkında en ufacık bir fikrim varsa o çalışmalarda dinlediğim konuşmalar üzerindendir diyebilirim.
Çocukken babanızın ünlü olduğunu çok anlamıyorsunuz, size sorulmaya başladıkça farkına varıyorsunuz. Çok büyük bir sorumluluk çünkü babam bütün Türkiye'nin 'baba' olarak kabul ettiği bir insan. "Babam o kadar da mütevazı değildi." dediğimde "Sen kim oluyorsun?" diye kızdılar bana mesela. Benim kastettiğim, işi söz konusu olunca babamın hayatında tevazuya yer olmadığıydı.
Babam ömrü boyunca sevdiği bir işi yaparak yaşadı, bu herkese nasip olacak bir şans değil. Hele bugün hiç değil.
Ne zaman onun filmlerini izlesem sanki hiç orada olmamışım gibi kendimi kaptırır ağlarım. Hatta bazen ağlayacağım yer gelecek diye gözlerimin dolduğu da olur. 'Bizim Aile'de çok zorlandıkları bir sahne vardı; gülmeleri gerekirken o sahne bir türlü çekilemedi ve sonunda sinirleri bozulup ağladılar. Yine 'Gülen Gözler'de müteahhitle kavgalarını seslendirirken Sadettin Erbil'le ter içinde kalmışlardı; izlerken hep bunları hatırlarım.
Babam gördüğü garip şeyleri taklit ederdi; bir keresinde anafora direnen bir böceği taklit etmişti. Her şeyi bu şekilde anlatıyordu; bir imgelem yaratıyor, kendi inanıyor, beni de inandırmaya çalışıyordu. Ben babamın halim selim bir dönemine denk geldim. Birlikte çok eğlenirdik. İçinde kaldığı için beni resme o yönlendirdi, ben de farkına varmadan kendim istedim sandım. Çok zeki bir insandı ve manipülasyon ustasıydı, sizi bir şeyi aslında sizin istediğinize ikna edebilirdi.
Güzelliklere bayılırdı: Parfümleri, Rebul Lavanta kolonyasını, İngiliz kumaşlarını severdi. Bir keresinde sıkışık bir zamanımızda abim ısmarlama ayakkabı yapan Mahmut'tan bir ayakkabı istedi, "Çocuğum şimdi para yok, bak ben bile Beymen'den giyiyorum." demişti.
Bir dönem ailesini mutlu etmek için felsefe ve iktisat okuyup bırakmış; ama parayla hiç ilişkisi olmayan bir insandı, maaşını ilk günden bitirirdi. Eşi Umman abla çekmecede tedavülden kalkmış paraları biriktiriyordu. Babam bir gün çekmeceyi açtı "Paramız yok diyorsun, burada bir sürü para var." dedi. Yine evi restore edeceğimiz bir dönem Nazmi Ziya tablosunu satmak istedim, "Buna kim para verir çocuğum?" dedi. Onu satıp borçlarımızı ödedik, restorasyonu yaptık.
Güzelden anlardı, ama değeriyle ilgili hiçbir fikri olmazdı. Rektörümüzün söylediğine göre bir zamanlar Türkiye'de üç kişide Picasso varmış, biri de babammış. Ama ben böyle bir şeyi hiç görmedim. Sahip olduğu o kadar güzel şeyi insanlara dağıttı ki, bunların yarısı elimizde olsa bir elimiz yağda, bir elimiz balda yaşıyor olurduk. Babamın yaşayışından çok ders çıkarmışımdır: Babam müdanasız biriydi; bir milletvekilinin önünde ceketini ilikleyecek biri değildi. Ben de biraz öyle oldum.
Tek kişilik gösteri yaptığı dönemde Zeki Müren ondan daha çok alkışlanıyor diye üzülürdüm. Büyüklük küçüklükle ilgili çocuk aklıyla pek düşünemiyordum ama hayat öğretti. Babam bunları öğrenmeden bütün hayatını geçirebildi.
Eski Amerikan filmlerini sever, John Ford filmlerinde arkadan geçen filmleri bile ezbere bilirdi. Caz müziğini ve tangoyu çok severdi. Bir zamanlar o da tango yaparmış. Çok atletikti; gençken yüzer, bisiklete binermiş. Hatta bir ara boks bile yapmış. Daha sonra çalışma şartları, alkol hayatına girince spordan uzaklaşmış. Hareketlerindeki esneklik oradan geliyormuş meğerse.
Prova defterlerini, dambılları ve çalışma masasını saklıyorum. Uzun yıllar onun kıyafetleriyle dolaştım, özellikle hırkalarını çok severdim.
Evde genellikle kitap okurdu; özellikle psikoloji ve psikanalize çok meraklıydı. Onu genelde çalışma masasında kitap okurken hatırlıyorum.
Arkadaş gibiydik. 20 yaşında evden ayrılacağımı nasıl söylerim diye düşünüyordum, sakince "E git," dedi, "adam olmuşsun demektir."
İnsanlar babamın Yaşar Usta ya da Mahmut Hoca olduğuna inanmak istiyor. Evet onlar kadar dürüsttü ve müdanasızdı, ama Yaşar Usta ya da Mahmut Hoca değildi; o bütün oynadığı karakterlerdi.
Babam Bakırköylü köklü bir ailenin çocuğuydu, Bakırköy'den çocukluk arkadaşlarıyla çok görüşürdü. En sık gittiği restoranlar Gelik ve Ağa Cami Sokağı'ndaki Bursa Kebapçısı'ydı.
Oyuncu olmamı istemiyordu ama oynadığım işleri izledi. CNN Türk'teki 'Afiş' programımı her akşam izliyormuş. Ben bir dizide oynarken izleyip "Işığı iyi yapmıyorlar." demiş. Eskiler bu ayrıntıları
bizden daha iyi bilirdi.
Geçen gün bir yapımcı "'Rezervuar Köpekleri' çok düşük bir bütçeyle çekilmiş, oyuncular kendi kıyafetleriyle oynamış." dedi, e dedim, bütün Yeşilçam öyleydi. Babamın üç gardırop dolusu kıyafeti vardı, ne isterlerse valiziyle götürürdü.
En büyük merakı, maç seyretmekti. Sabahtan akşama kadar maç izleyebilirdi. Bizim ailedeki tek Fenerbahçeli babamdır. Hatta 'Mavi Boncuk' filminde taktığı sarı lacivert atkıyı ona Adile Teyze örmüştü.
Konuşmayı pek sevmezdi, onun kendini anlatma şekli işini yapmaktı. Solunum cihazına bağladıktan sonra gırtlağına bir aparat taktılar, aparat sesi değiştiriyordu. Sesini duydu, beğenmedi ve sustu.
İnsanlar bazen babamla ilgili çok saçma şeyler anlatıyor. Mesela babamın eline tornavida aldığını bile görmemişimdir. Bana "Baban çok iyi tamirciydi, ondaki alet kutusu kimsede yoktu." diye anlatıyorlar. Demek ki benim bilmediğim bir dönemi var.
Çocukken kendi kıyafetimi dikerdim, babam hiç hevesimi kırmazdı. Beni o elbisemle yemeğe götürürdü, ben eve dönene kadar o diktiğim elbise parçalanırdı. "Olsun kızım," derdi, "yine yaparsın."
Sokakta yürürken maskaralıklar yapardı. Mesela önündeki kişiyi birebir taklit ederdi. Bir gün önümüzdeki bir kadını taklit etti, herkes güldü. Kadın sinirle arkasını döndü ama babamı görünce o da gülmeye başladı.